HAYAT’A HAYAT KATAN
FOTO MUHABİRİ
OZAN SAĞDIÇ
Söyleşi: Raşit AYDOĞAN
Günlük yaşantının oldukça renkli, fotoğrafın ise siyah beyaz
olduğu günler…
İnsan hayatında henüz televizyonlar fazlaca bir yer
kaplamıyor, bu açığı ise haftalık ya da aylık yayın yapan dergiler, mecmualar
gideriyordu. İnsanlar merak ettikleri yerleri ya da hikayeleri bu dergilerde
yer alan fotoğraflarla görüyor, röportajları okuyor ve meraklarını bu şekilde
gideriyorlardı…
Şimdilerde fotoğrafın Ozan’ı olarak anılan, o zamanlar foto
muhabiri olarak çektiği fotoğraflarla Hayat’a hayat katmış usta fotoğrafçı Ozan
Sağdıç, mesleki deneyimlerini, anılarını foto muhabiri dergisi ile paylaştı.
Ben fotoğrafa başladığım zaman, Haliç kıyıları imarsız ve bakımsızdı. Yağ
İskelesi, Yemiş İskelesi, Unkapanı’ndaki kum motorlarının derme çatma
iskeleleri, kalafat yeri(1), mavna(2) ve taka leşleri(3) ile kıyılar kirliydi
belki, Perşembe Pazarı gürültülü ve çamurlu bir sanayi semtiydi. Buralarda
ekmek parası peşinde ter döken insanların pek çoğu yamalı elbiseler içindeydi
ama insancıklardı, saf ve yalın…
Ben fotoğrafa
başladığım zaman, boğazdaki uskumru ve palamut akınları, Haliç’i bile
dolduruyordu. Kuzu gibi toriğin tanesi 50 kuruşa satılıyordu. Sahiller boyunca
çiroz(4) tezgahları göze çarpardı. Eminönü
balıkhanesine 300-400 kiloluk orkinoslar gelirdi. İlla ki Kumkapı balıkçı
barınağı alabildiğine pitoreskti(5). Beyazıt’ta Çınaraltı Kahvesi’nde
nargileler fokurduyor, Eyüp Sultan‘da uçamayan leyleklere bakılıyordu.
Eminönü’nde Yaşar adında bir fok balığı vardı, bir de pelikan.
Ben fotoğrafa başladığım zaman, fotoğraf beni
afsunlamıştı, adeta esiri olmuştum. Hayatımı geçici bir süre için bu meslek
aracılığıyla kazanabilir miyim diye düşündüm. Deneyim de kazanmak amacıyla
“size eleman lazım mı” diyerek ilk kez Beyoğlu Bekar Sokak’taki Foto Sait’in
kapısını çaldım. Sait Bey beni karanlık odacı yapmaktansa, “İstanbul Umum
Fotoğrafçılar Derneği’ne” kâtip yaptı. Döviz darboğazında malzeme dağıtımı
dolayısıyla bütün fotoğrafçılar bu derneğin üyesiydi. Bu sayede pek çok
profesyonel dostum oldu.
Ben fotoğrafa başladığım zaman, “Manzara
fotoğrafları satın alınacaktır” başlıklı bir gazete ilanındaki adrese elimdeki
kırk poz fotoğrafı götürdüm. Orada Şevket Rado ve Hikmet Feridun Es isimli
gazeteci beyler, yakında tifdruk tekniğiyle çıkacak “Hayat” dergisinin
müjdesini verdiler ve “Biz Babıali tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk,
onu sende bulduk. Bizim foto muhabirimiz olur musun? ” dediler.
Ben fotoğrafa başladığım zaman,
İstanbul’da Hayat’a gözlerimi böyle açtım. Taptaze bir derginin taze foto
muhabiri ve Hayat’ın kadrolu ilk iki foto muhabirinden biri olarak… Diğer
muhabir Ara Güler’di. O benden yaşı gereği dört - beş yıl kadar daha
deneyimliydi.
Ben fotoğrafa başladığım zaman, İstanbul’da
reklam kirliliği yoktu. Hayat göreceli olarak galiba daha basit, daha sade ve
halk ilişkileri daha bir sükunet içindeydi. İstanbul fotoğraflarım, bir bakıma
benim için o amatör günlerimin ve meslek hayatımın ilk heyecanlarının nostaljik
bir yansıması olduğu kadar, hiç kuşkusuz sosyal tarihimize ve bu şehrin kentsel
belleğine canlı tanıklıktır. Fotoğrafın en keyif veren yanı da işte bu “Çağa
Tanıklığı” olsa gerek(6).
FMD - Hayat Mecmuası ile başlayalım. Nasıl oldu, nasıl
başladı bu serüven? Ara Güler ile Hayat’a kadrolu foto muhabirleri olarak
yıllarca hizmet verdiniz. Nasıldır Ara Güler’le çalışmak?
Ben askere gidene kadar
sadece Ara ile ikimiz vardık Hayat’ta. Askere giderken, İnal Tengizman geldi.
Babası Esat Nedim Tengizman Hayat için Atatürk Albumü hazırlıyordu o
sıralar. Sonra, ben Ankara bürosuna
gelirken yerime ben kendim Erol Dernek’ i tavsiye ettim. Yani İnal ile Erol
bizden sonra Hayat’ın foto muhabirliği görevini üstlendiler. sonraları Tamer
Güvenç, Kutlu Ertuna, Ergin Minisker, Necdet İçli gibi arkadaşların da
hizmetleri olmuştur. . Ancak Hayat’ın ilk foto muhabirleri Ara ve bendim. Hatta
sanırım, Ara da maaşlı değildi, ona parça başına ödeme yapılıyordu.
Ara’yı soruyorsunuz. Hayat’ta iken türkçesi
düzgün bir insandı o günlerde. Yazdığı güzel öyküleri de okumuştu bana.
Sonradan kendi taklidini arkadaşlarından dinleye dinleye kendi kendinin taklidini
yapar oldu, giderek aksanı bozuldu. Galiba, bunun biraz da sempatik kaçtığının
farkına vardı. Bence ironi fotoğraflarına hiç yansımaz ama, muzip bir insandır
o, matraklıklardan hoşlanır. Medyada göründüğü gibi değildir. Yani sonra sonra
sanki şenlikli olsun diye tiyatro yapar oldu. Milleti makaraya sarıyor, tiye
alıyor her şeyi. Öfkesi de oyun, neşesi de oyundur onun bence, gırgır geçer
milletle. Eminim, ettiği her lâfta aldığı reaksiyon için kıskıs gülüyordur.
Kimi kez o bir mit uydurur, zamanla kendisi de inanır.
FMD - Fotoğrafın Ozan’ı diye adlandırılıyorsunuz ve
fotoğrafta “Şiirsel Gerçekçi Akım”ın temsilcisi olarak biliniyorsunuz. Bu
etkileşim nasıl gerçekleşti?
Ben ünlü fotoğrafçılardan daha çok ünlü
sinemacılardan etkilendim. Benim işlerim, fotoğrafik olarak sinema karelerine
benzer. İtalyan yeni dalga filmleri, Fransız siyah beyaz filmleri falan
etkilemiştir beni en çok. Estetik ve ifade çok önemli. Yani belgesel bir
fotoğrafı çekerken bile, estetiği ön planda tutmak önemli... Şunu da ilave
edelim: Sinemadan çok fazla etkilendim dediysem de, iyi foto muhabirlerinin ya
da fotoğrafçıların eserlerini de göz ardı etmedim. Sadece belli bir adamdan
etkilenmiş olarak kabul etmiyorum kendimi. Sonuçta, benim fotoğrafım onların
fotoğrafıyla akraba fotoğraflar. Ben Cartier-Bresson’a öykünmedim ama benim
mizacım biraz etrafıma mizahi bir açıdan bakmak, insan ilişkilerindeki o
hoşluğu yakalamak üzerine kurulduğu için, onunla akrabalık kurulabilir. Ben
Bresson gibi fotoğraf çekeyim demedim. Ama İstanbul’daki son “1950’lerin
İstanbulu” isimli sergimde galerinin koyduğu deftere, Troçki’nin Hayaletleri portfolyosunun
sahibi İrlandalı fotoğrafçı James Hughes “Bresson of İstanbul!” diye bir not düşmüş. Bir de “Inspirational”(7)
diye tırnak içinde notuna not eklemiş. Demek, böyle bir izlenim doğabiliyor.
Televizyonun olmadığı ya da henüz
yaygınlaşmadığı dönemlerde haftalık magazin dergileri –gerçek anlamda magazini
kastediyodum, bugün bu sözcük soysuzlaştırılmıştır- televizyon görevi
görüyorlardı. Paris Match, Stern, Life gibi dergilerden okurlar ilginç
fotoğraflar bekliyordu. Bu dergilerde okurların beklentilerini karşılamak adına
foto-röportajlara yer veriyorlardı. Bu dönemde foto journalism’in altın çağı
yaşandı. Yayın hayatı bu çağda dergicilik sanatı ile birlikte bir yükselişe
geçti. Cartier-Bresson, Eugene Smith, Robert Capa, Eisenstead, Philip Halsman,
Richard Avedon, Ernst Haas, Fulvio Roiter gibi fotoğrafçılardan bir kuşak
yetişti. Bunların bir bölümü daha sonra Magnum’da birleştiler ve bu dergilere
eserler verdiler. Bu gelişme gazete fotoğrafçılığı değildi artık, dergi
fotoğrafçılığıydı. Bu bir akımdı. Ben kendi adıma konuşacak olursam, kendi üslubumu
oluşturma çabasındaydım.Yabancılar beğensin diye fotoğraf çekmedim, bu
oryantalizm olurdu. Oryantalist olmak istemedim. Ben bu halktan biri olarak
kendi halkımın fotoğraflarını çekmek istedim. El alem beğensin beğenmesin beni
ilgilendirmez. Son aşamada bendeki bu yerellik çabası bir yerde beni bu akımla
akraba yaptı.
FMD - İnsanların hüzünlü, kederli ya da keyifli anlarını,
fotoğraflara baktığımız an yaşam kesitlerini çıkarabiliyoruz gün yüzüne…
Şöyle diyorum; “Ben fotoğrafıma bakan
bir kimsenin ilk bir dakikada gülmesini, ama beş dakika o fotoğrafa dikkatle
baktığında içini hüzün kaplasın isterim” çünkü hüzün ve neşe insanın yazı-tura
gibi madeni paranın iki yüzüdür, birbirinin akrabasıdır bir yerde, insan O’dur…
FMD - Zaman zaman gazetelere göz atıyorsunuzdur, fotoğrafın
içinden gelen bir üstad olarak bakıp etkilendiğiniz fotoğraflar oluyor mu?
Yoksa bu iş çok farklılaştı daha da bir sıradanlaştı mı diyorsunuz. Mesela
gazeteler ya da dergiler henüz
fotoğrafın önemini kavrayamadı. Avrupa bunu otuz yıl önce aştı farkına vardı
ancak Türkiye henüz fotoğrafın etkisini, vurgusunu özümseyemedi. Nasıl
bakıyorsunuz bu duruma?
Teknolojinin gelişmesiyle,
iletişimin çok genişlemesiyle üretim ve tüketim birbirine paralel olarak
çoğaldı. Bu sürecin sonunda insanlar bazı değerleri göz ardı eder oldu. Hem
üretim hem de tüketim çok olunca değerli olanı diğerlerinden ayırmak da
zorlaştı. Ben foto muhabirlerinin ürettikleri bazı fotoğrafları görüyorum,
çarpılıyorum, çok hoşuma gidiyor. Öteden beri bizim zamanımızda da çekilen
fotoğrafı değerlendiren fotoğraf editörlüğü müessesesi gelişmedi. Şöyle böyle
bir fotoğrafı iyi bir fotoğraf editörü değerlendirirse sayfa içinde, insanın
yüzüne güler o fotoğraf, değer kazanır ama dünya güzeli bir fotoğrafı keser
biçer, derinliğini yok eder, yolunmuş kuşa çevirir, kötü bir kadrajla kötü bir
yerde hiçbir işe yaramaz. Fotoğrafı çekmekten ziyade, seçmek, elemek ve
değerlendirmektir bu işin profesyonelce yanı. Türkiye’de çok iyi foto
muhabirleri var. Dediğim gibi, karşılaştığım kimi fotoğraflardan keyif
alıyorum, gıpta ile bakıyorum, hoşuma gidiyor, ortaya serilmiş her işle gurur
duyuyorum.
FMD - Foto muhabiri, mesleğinin kıymetini nasıl bilmelidir?
Her şeyden önce kardeşlerim arşivinin
kıymetini bilmelidir. Çalıştığı gazeteye ya da ajansa belirli ölçüde
kaptıracaktır fotoğraflarını. Ancak gazetenin kullanmadığı kısmına kıskanç bir
şekilde sahip çıkmalı, arşiv çok önemli.
Foto muhabiri içindeki fotoğraf çekme
heyecanını her zaman canlı tutmalı. Bir olayın içine girdiği zaman o olayı
yaşamalı ve aynı zamanda aksettirmesini iyi bilmeli. Bu bir köprü görevi. İyi
izleyeceksin ki, iyi izlenesin.
Foto muhabiri namuslu ve dürüst kalmalı.
Haberin değeri neyse onu o ölçüde yansıtmalı. Ne abartmalı ne de es geçmeli.
Madem aracılık yapıyorsun, bu işi mümkün olduğunca tarafsız ve objektif
yapacaksın. Yorum diye bir şey var elbette, yorum getiren da fotoğraf var. Ama
o yorumu o olayın gerçeğini saptırmadan, gerçeğin bir yüzü olarak aksettirmek
şartıyla.
Foto muhabiri sürekli kendi kültürel
düzeyini yükseltmeli, yaşamdan ve sanatın her türlüsünden keyif almasını
bilmeli, bol bol okumalı, sanata değer vermelidir. Operadan keyif almıyor
olabilirsiniz ama hiç değilse merak edip anlamaya çalışın. Bir enstrüman
çalmak, antika toplamak, farklı keyif ve hobilere yönelmek sizlere renk katar.
Fotoğraf makinesi ile yetinmemelisiniz. Foto muhabirliğinin zemininde bir
kültür birikimi yatar çünkü yorum getireceksiniz, onun için de sanatın her
dalından haberdar olmalısınız. İyi, kaliteli müzikler dinlemelisiniz. Tiyatro
izleyeceksin, ansiklopediler karıştırmış olacaksın. Zemini ne kadar sağlam
tutarsan, benliğine ne derecede kültürel değer yüklersen, kendi sanatında da
üstün olur ve fotoğraflarını beslersin.
FMD- Edebiyata da bir ilginiz var, şiir kitabınız,
çevirileriniz, derlemeleriniz var. Bu ilgi nereden?
Benim babam şairdi.
Adımdan da belli, Ozan koymuş adımı. Türkiye’deki Ozan’ların ilkiyim ben.
Soyadı olarak var. Ama benden yaşlı Ozan isimli birine hayatım boyunca
rastlamadım. Bir çok kimsenin benim adıma özenerek çocuklarına bu adı
koyduklarının da tanığıyım. Ağabeyimin adı ise Emrah idi. Bu isim de aşkla
ilgili. Babama sorduklarında “Aşk olmadan meşk olmaz” demiş.
Şiir yazmak başlı başına bir uğraş. O hevesi çoktan
atlattım. Ama başka dillerde söylenmiş
şiirleri Türkçeye çevirmekten ve manzum hale getirmekten hoşlanıyorum. Bu
konuda bir de manifestom var. Çok taze. Bu bildiriyi paylaşalım isterseniz,;
Şair değilim,
olmayacağım
da...
Şairlere sözüm
var.
Yani onlar rahat
olsunlar.
Ben canımın şiirini
kendi işlerime dökmek isterim
varsa “mısa-ı
bercestem”
Onların bir
köşesinden
fılizlensin
derim.
Ama huyum bu,
neyleyeyim:
Başka dillerde
söylenmiş
ince, güzel bir
sözün,
benim dünyalar
güzeli
öz dilimle nasıl
daha keyifli
denileceğinin
sevdalısıyım işte.
Hele tatsızını,
keleğini görmeyeyim,
şeker dökmek
gelir içimden.
Bir savunma
içgüdüsü belki...
“Öyle deme be
bireder,
şunun daha fiyakalı türçesi
varken.”
Anlayacğınız:
Ezik büzük
tümcelerin,
yamrı yumru
dizelerin
kaportacısıyım
ben.
Bir yerlere tan
tun
çekiç vuruyorsam
eğer...
FMD - Arşiviniz ne durumda?
Bu bizim fotoğrafçılarımızın hepsinin
ortak derdi. Arşivim ne yazık ki işte
gördüğün gibi. Toparlamaya çalışıyorum. Burada dosyalar halinde, çelik
dolaplarda. Profesyonel bir tarayıcımız var, onun sayesinde elimizden geldiği
kadar sayısal ortama aktarıyoruz negatifleri, diaları ve daha derli toplu
olmasını sağlıyoruz. Bir yardımcımız vardı, sağ olsun 4-5 yıl fotoğrafları
sürekli o taradı bize destek oldu. Elimde portfolyo niteliğinde projeler var,
onları kitaplar halinde bastırmaya çalışıyorum. Vaktiyle “Pazarola Hasan Bey”
diye biri vardı, benim de adım neredeyse “Sponsor Arıyorum Ozan Bey” diye
anılacak.. Bu sözümden etkilenen bir bayan tasarımcı İstanbul’da bu isimde bir
enstalasyon hazırlamaya yeltenmiş bile. Ülkemizde ne olmaz yerlere, işlere sponsorluk
adına oluk gibi paralar dökülüyor. Kendi işim diye söylemiyorum. Konuyu benimle
paylaşan herkes bu fikirde. Bu sponsorluk Türkiye’nin hem fotoğrafçılık
tarihine, hem de sosyal tarihine yapılacak en büyük hizmetlerden biri olacaktır
aslında. Görmüşsünüzdür, geçenlerde Hıncal Uluç(8) da Sabah’ta bu konuyla
ilgili bir yazı yazdı.
FMD- “ Ben fotoğrafı aşkla çekerim, sonucu öyle hemen merak
etmem ancak yıllar sonra o fotoğraflara yeniden baktığımda ilk günkü heyecanı
yeniden yaşarım” diyorsunuz…
Fotoğraf çekme anı bende çok çok büyük
bir heyecan uyandırıyor. Çok keyif alıyorum. Şimdilerde dijital makineler var
ya, çekip hemen bakıyorsun. Benim o merakım pek olmadı. Öyle bir heyecan
taşımadım ama, yıllar ya da aylar sonra, diyelim kontak kopyalardan
fotoğrafları seçerken acayip heyecanlanıyorum. Aaaaa! diyorum vaaaav! diyorum, ne
güzel iş yapmışım… Hele şimdilerde bakıyorum eski fotoğraflarıma bir bir, beni
ta o günlere yeniden götürüyor, gençleştiriyor yani…
FMD- Fotoğraf dalında devlet sanatçılığı…
Şahsen
çok önemsediğim bir şey değil. Ancak ilk kez Devlet, fotoğrafı sanat olarak
kabul ediyor ve fotoğrafçıları onore ediyordu. Bizim de bu yolu açık tutmamız
gerekiyordu. Şu kadarını söyleyeyim: Bana Devlet Sanatçısı ödülü verilirken,
ödülü elinden aldığım Sayın Demirel’e karşımızda fotoğrafımızı çekmeye çalışan
foto muhabirlerini göstererek: “Ben de bu arkadaşlardan biriydim. Ödülü onların
hepsi adına alıyorum” dedim. O da sırtıma vurarak “Tamam kardeşim, sen çok
güzel işler yaptın” yanıtını verdi.
FMD- Mesleki yaşamdan bizimle paylaşmak istediğiniz bir
anınız var mı?
Anılar deyince... Bana pek
çok kez anlattırdılar. Bir çok kez yineledim. Ama Foto muhabirliği mesleği
açısından ilginç bir anıdır. Onu anlatayım önce:
Daha amatörken, yani acemi
bir liseliyken memleketim olan Edremit’i ziyaretlerinde Adnan Menderes ve Osman
Bölükbaşı’nın fotoğraflarını çekmiştim. Ama İstanbul’da profesyonel olarak foto
muhabirliğine başladığım zaman devletin yüksek kademelerinde bulunan kişilere
nasıl hitap edilir, onlarla nasıl ilişki kurulur, hiç bir bilgim yoktu. Üstelik
çok çekingen ve utangaç biri olarak yetiştirilmiştim.
Hayat dergisinde işe başladığımdan çok
az bir zaman sonra bana önemli bir görev verdiler. Dergi, Yapı Kredi
Bankası’nın bir iştirakiydi. Bankanın kurucu sahibi Kâzım Taşkent, Celal
Bayar’ın Umurbey’de doğduğu evi son sahibinden satın almış, restore ettirmiş,
döşetmiş. Bayar o zaman cumhurbaşkanı. Onun Umurbey’e evin düzenlenmesinde
başka istekleri var mı, diye bir ziyareti söz konusu. Dergi ziyaret sırasında
çekilecek fotoğraflarla bir özel sayı çıkaracak. Köye gidip, olayı bütün
ayrıntılarıyla çekmem gerekiyordu.
Uzatmayayım, Umurbey’e gittim, önce
restorasyon ekibiyle tanıştım. Üç gün Gemlik’te eski bir kaplıcada yatıp
kalktıktan sonra nihayet “Bayar geliyor” dediler. Köyün geniş bir meydanı var.
Bir ucunda biz karşılayıcılar duruyoruz. Dört beş tane siyah araba ile bir kaç
cip gelip öbür uçta durdular. Bir yığın insan arabalardan indi ve başta Bayar
olmak üzere o kalabalık üzerimize doğru yürümeye başladı. Tıpkı kovboy
filmlerindeki düello sahnesi gibi. Zabıta tedbir almış, boş meydana kimseye
bırakmıyor. Benim ilk önemli ve çok özel işim. Kendimi de dergi yönetimine
kanıtlamam gerek. Kalabalıktan kopup öne fırladım.
Dedim ya, devlet adamlarıyla yakından
hiç bir temasım olmamış. Heyecanlanıyorum ama, paniklememeye çalışıyorum.
Derken üzerimize gelen kalabalıktan elinde film kamerası ile bir filmci abi
koşa koşa yanıma geldi. Belli ki grupla gelmiş çok tecrübeli bir filmci. Bu
ağabey nasıl davranırsa, ben de onu taklit ederim diye kendime hemen bir taktik
çiziverdim.
Üstelik o Abi bana da çok sevecen
davrandı. Kaşla göz arasında “Sen nerdensin kardeşim” dedi. Ben “Hayat
Mecmuası’ndan” deyince “Oh, oh. çok güzel, çok güzel. Bizdensin yani” dedi.
Yarı yolda Filmci Abi’nin 16 mm.lik kamerasının kurgusu
bitti. Elini kaldırıp Bayar’a seslendi. “Baba, bir dakika” dedi. Bayar ve heyet
zınk diye durdu. Filmci Abi “cırt cırt” sesler çıkararak makinasını kurdu.
Sonra “Tamam Baba” deyince herkes yeniden yürümeye başladı. Ben üç gündür
kafamda Bayar’a nasıl hitap edeceğimi kurup duruyoum. “Muhterem Reisicumhur
Hazretleri” filan deniliyordu galiba o günlerde. Onu çok yavşakça buluyorum.
Acaba filmlerden öğrendiğimiz “Ekselans ya da Majesteleri gibi bir şey mi demek
gerekiyor diye düşünüyorum. Buralarda reisicumhur görmüş pek adam da yok ki,
birine sorayım. İkircikli kalmıştım.
Bir yıl önce Menderes’in fotoğrafını
çekerken Zafer gazetesinin foto muhabiri Mehmet Sürenkök’ü izlemiştim. O zaman
kendisiyle henüz tanışmadığım Mehmet Abi donuk bir adamdı ama, Menderes ona çok
samimi davranmıştı. Şimdi bu filmci Abi de koskoca reisicumhura “Baba” dediğine
göre, “Bunlar çok demokrat adamlar canım, baksana muhabir takımıyla içli
dışlılar” düşüncesine kapıldım. Ben de pişkinliğe vurup, sanki ötedenberi
tanıdık biriymişim gibi davranıp kendimi kabul ettiririm dedim.
Nitekim, tam evin kapısından içeri
grilecek. önden koşup mevzimizi almışız. Benim makinada film bitmez mi. En
kritik an. Sayın Bayar yıllar sonra, doğduğu eve adım atacak. Filmci Abi’yi
taklit etmenin tam zamanı. Adeta komut verir gibi bağırdım: “Baba bir dakika!”
Bayar, tam yan arkasında Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayagil ve onun da
yanındakiler duraksadılar. Bayar bir hayli şaşkın, bana bakıyor. O anda yine
Filmci Abi imdadıma yetişti. Elini omzuma koydu, “Baba, arkadaş bizden” dedi,
“Hayat Mecmuasından.” Heyet bir süre sabırla benim film değiştirmemi bekledi ve
ben “Tamam” deyince kapıdan yeniden giriş yaptılar.
Ben artık “Bizden” parolasıyla
“onlardanmışım” referansını aldım ya bir kez, şımardıkça şımardım. “Baba şu
senin sünnet yatağınmış, otur üstüne de bir fotoğrafını çekeyim” diyorum. “Şu
rahlenin önüne otur da Kur’anı Kerîmi aç” diyorum. Reisicumhur Hazretleri ne
desem yapıyor. Henüz askerlik yapmadığım için rütbelerini tam bilemediğim
subaylar Bayar’ın arkasından bana “Fazla ileri gitme” kabilinden kaşgöz
ediyorlar –ki onlar yaverlermiş–. Ben de onlara onlardan daha sert bakışlarla
“Dalgama taş atmayın. Ben burada can pazarı yaşıyorum” sinyali veriyorum.
Merdiven üstü sofada pencere köşesine
köylü işi yere yakın bir sedir yerleştirmişler. Rahat bir köşe. Sonunda Bayar’a
“Baba, uzak bacaklarını, otur şuraya” deyip kapaklık bir fotoğrafını daha
çektim. Bu arada Filmci Abi bana “Aaa, bu köşede Baba’yla beraber ben de bir
resim isterim” deyip gitti, yanına oturdu. Bana bu kadar yardım etmiş birinin
hatırını mı kıracağım. O fotoğrafı da çektim. Ne samimiyet ama diye diye...
Evde iş bitti. Umurbeyliler Reisicumhur
hemşehrilerine zeytin ekmek ikram edeceklermiş, oraya gidilecek. Evin
dekorasyon ve giydirilmesini etnografik eşya koleksiyoncusu Profesör Kenan
Özbel yapmıştı. Çok saygıdeğer bir insan. Giderayak “Hocam nasıl iyi sınav
verebildik mi?” dedim. “Mükemmel” dedi. Sonra da, bir lâf etti: “Turgut Bayar’ı
da ilk kez tanıyorum, çok beyefendi bir insanmış” diye... “Turgut Bayar kim
Hocam?” dedim. “Bayar’ın oğlu işte” dedi. “Aman, buradaysa, babasıyla bir
fotoğrafını çekseydik” dedim bu sefer. Kenan Hocam “Çektin ya, yukarıda
merdiven başında” demez mi...
Meğer “Filmci Abi” sandığım kişi
Bayar’ın kendi oğlu Turgut Bayar’mış. Oldukça profesyonel bir film kamerası ile
amatörce çekim yapıyormuş. Babasına “Baba” demesinden daha normal ne ola?
Dahası da var. Hani beni görünce sevinmiş, benim için “Bizden” demişti ya, onun
da bir nedeni varmış. Bizim dergiyi çıkaran Tifdruk Matbaacılık Sanayii A.
Ş.nin Murahhas Azasıymış. Yani benim patronlarımın da patronuymuş.
Ben ne gaflar yapmış, ne çamlar
devirmişim diye düşünürken teselli verici haber Neşriyat Müdürümüz Hikmet
Feridun Es’den geldi. Turgut Bayar İstanbul’a dönünce bizim sorumlu patronumuz
Şevket Rado’yu aramış. “Yahu” demiş. “Nerden buldunuz bu çocuğu. Canavar gibi
bir muhabiriniz var. Babamın ağzından girdi burnundan çıktı. Bu kadar medenî
cesaret sahibi bir genç görmedim. Ben bizzat şahit oldum, helâl olsun” demiş.
Sayın Demirel zamanında, herkes ona
“Baba” demişti. Bu lâf enflasyona uğradı. Ama Celal Bayar’a, hem de yüzüne
karşı “Baba” diye hitap etmek her babayiğidin kârı değildi. Onu da, bilerek
bilmeyerek ben becerdim işte.
***
Hayat, Ses dergilerinin 1960 başlarında
Ankara bürosu açıldı. Ben tam o sıralarda Ankara damadı olduğum için gönüllü
olarak Ankara’ya atandım. Taşındığımdan bir ay sonra 27 Mayıs ihtilali oldu. O
gün erken saatlerde sokağa çıkma yasağını deldiğim, üstelik fotoğraf çektiğim
için, bir binbaşının ele geçirdiği 0021 plâkalı Basın Yayın ve Enformasyon
Bakanı’nın makam arabasıyla Harbokulu’na götürüldüm. Neyse, makinanın içindeki
filmi verip ucuz kurtuldum. Ama yine yollara düştüm tabii. Zaten öğleden sonra
yasak tavsamıştı, herkes sokaklarda, caddelerdeydi. Bulvar boyunca tanklar
gidip geliyordu. Tankların üzerinde tıklım tıklım gençler. Ellerinde bayraklar,
“Ordu millet elele sloganları atarak, Gazi Osman Paşa marşını söyleye söyleye
adeta resmi geçit yapyorlardı. Biraz onlardan fotoğraflar çektim..
O gün akşama doğru Dil ve Tarih-Coğrafya
fakültesinin önündeydim. Burada çok güzel bir olay yaşanıyordu, Cemil
Karababa’nın büyütüp işlediği dev bir Atatürk resmi itfaiyeciler tarafından
önce yere serildi. Sonra yavaş yavaş yukarı çekilerek fakülte binasının
cephesine asıldı. Bu olayın bütün safhalaını fotoğrafladım. Filmi yıkadım.
İhtilal nedeniyle uçaklar tarifesiz çalışıyordu. Acele olduğu için, basmadan,
mesajeri olarak İstanbul’a yetiştirdim.
Bu fotoğrafların bir kısmı Hayat
dergisinde ihtilâlin ilk fotoğrafları olarak yayınlandı. Filmin bir bölümünü de
Ara makaslayıp Paris Match’a servis yapmış. Onlar olayı iki sayfaya, birini tam
sayfa olmak üzere üç fotoğraf halinde basarak çok güzel değerlendirmişler.
Devasa Atatürk portresi yavaş yavaş yükseliyor. Atatürk’ün yeniden yüceltilişi
gibi... Ne var ki, malzeme Ara Güler tarafından gönderildiği için onun
imzasıyla çıktı. Bu noktada, iyi arkadaşlıklar arasında bu kabil şeyler
olabiliyor diyelim. Zaten ben Hayat’ta kadrolu olduğum için dışarıya servis,
müessesemle ilişkimde bir sorun da yaratabilirdi. Paris Match’ı alır almaz bunu
gördüm. Ara, “Merak etme, imza benim ama gelecek para senin hakkındır, sen
alacaksın” dedi. “Ben para istemem Leica’mın geniş açı objektifi yok, bir
gittiğinde bana 35 mm.lik
bir Summicron getirirsin, üstü pencerilisinden” dedim. Beşaltı ay sonra o
objektif de geldi nitekim.
***
Ankara’daki ilk günlerimde, yani 1960’ta
İsmet Paşa’nın yıldızının parladığını yeniden farkeden dergim, onun güncel bir
fotoğrafını kapak yapmak gereği duymuştu. O zaman Tandoğan civarında Ayten
sokak’ta oturuyordu. Metin Toker aracılığıyla randevu aldım. Evin alt katında
ışıklar, reflektörlerle neredeyse bir stüdyo kurdum. İnönü’yü Mevhibe Hanım
güzelce giydirmiş, hiç bir aksaklık olmasın diye, büyük bir özenle kravatını,
cep mendilini hatta kaşlarını düzeltiyordu.
İsmet Paşa ona “Hanımefendi, dikkat et”
dedi, “Çok önemli bir şahsiyet karşısındasın. Bu günün en makbul adamları
fotoğrafçılar. Bak, İngiltere prensesi bile bir fotoğrafçı ile evleniyor”
demişti. Tam o günlerde İngiltere prensesi Margaret, Antony Armstrog-Jones
isimli bir fotoğrafçı ile evlenmek üzereydi. Anlaşılan İsmet Paşa yalnız ciddi
konularla değil, magazin haberleriyle de ilgilenmekteydi.
Sonraları, bir bayram öncesinde Pembe
Köşk’te İstanbul Bayram gazetesi için mesaj almaya gittiğimizde köşkün değişmez
ikramı sütlü kahveyi yudumlarken, üzerimize bir milletvekili ile İnönü’nün eski
iki silah arkadaşı gelmişti. Onlara kısaca orada bulunuş nedenimizi anlattıktan
sonra, “Bütün dünyada, biz devlet adamları protokolde en öndeyizdir ya,” dedi,
“Bizim önümüzde iki grup insan daha var. Biri eskortluk yapan polisler. Bir
de...” Beni işaret ederek devam etti: “İşte bu çocuklar, foto muhabirleri.
Yalnız bunların bizim önümüze geçme selâhiyetleri var.”
Ankara’ya transferiminden vefatına
kadar, oniki onüç yıl boyunca, sanırım İsmet İnönü ile en çok yüzyüze gelmiş
foto muhabiriydim. Çünkü en azından her Cuma, CSO Konser Salonu’nda birikte
oluyorduk. Ve benim değişmez yerim solistleri en iyi fotoğraflayabileceğim, onun
hemen arkasındaki koltuktu. O koltuğu hatırlı birine vermek zorunluluğunda
kalsalar bile, onun yanına benim için bir sandalye yerleştirirlerdi. Sonraları
“En büyük dinleyici İsmet İnönü” sergimi bu sayede yapabilmiştim. Artık
tanışıklığımız göz aşinalığını çoktan aşmıştı. Aralarda fuayeye çıkmazdı. Ben
de yerimde otururdum. İnönü zaman zaman bana takılır, en çok da kulağıma ya da
sakalıma yapışıp: “Kes şu keçi sakalını da yüzün meydana çıksın” derdi.”
Başka liderlerle de
ilgili anılar var elbette. Örneğin Sayın Demirel ilk kez başbakan seçiliğinde
Buğday sokak 10 Numarada oturuyordu. Hani Londra’da da oranın başbakanı da
Downstreet 10 Numarada oturur ve buradan çok önemli mesajlar yayılır ya. Derhal
kafamda böyle bir bağlantı kurdum. Başbakanlığının hemen haftası içinde aile
boyu ilk röportajı Hayat dergisine verdi. Pek çok özel fotoğraf çektikten
sonra, bir akşam vakti bahçelerinde Nazmiye Hanım’ın önümüze koyduğu bir kâse
dolusu kabuklu fındığı –tabii ayrıca kıracak olmadığı için– Sayın Demirel’le
karşılıklı dişimizle kıra kıra tükettiğimizi anımsıyorum. Notlar alan Şemsi
Kuseyri ikimiz kadar dişli çıkamadı, fındık tabağına elini bile uzatmadı. Daha
nicei gibi, hoş anılar bunlar...
Sayın Ecevit’le de Çalışma Bakanlığı
sırasında tanışıyorduk ama, onunla dostuğumuzun başlangıcı, seçim
kampanyalarında fotoğraf yasağının kalkması üzerine İnönü’nün afişlik
fotoğrafını çekmek üzere beni Pembe Köşk’e götürdüğü gün başladı. Özellikle 73
seçimleri öncesi ve sonrasında tavan yaptı. Aile dostluğuna dönüşen bir dönem
de olmuştu. Sayın Baykal da o zincirin bir sonraki halkası. Ayrıntılara girince
uzun hikâyeler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder