26 Şubat 2013 Salı

GÖÇÜN ORTA YERİ HÜZÜN



Söyleşi: Raşit AYDOĞAN

Kimi bohçasını kaptı, kimi çeyizini, kimi ise sırtladı yatağını yorganını anavatana doğru. Yavrular bebeğini aldı koltuğunun altına, oğullar ise iki teker yürür bisikletlerini. Kenetlenmiş eller kopamadı konu komşudan, akrabalardan,analardan, bacılardan tren garlarında. İki damla gözyaşı döküldü ahşap bavullara, önce yürekler sonra bavullar çürüdü…


Osmanlı İmparatorluğu’na Sırp Sındığı (1364) Savaşı ile bağlanan Bulgaristan, 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı sonucu iç işlerinde bağımsız ve 1908 yılında ise tam bağımsızlığını ilan etmişti. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ile birlikte yeni tarihsel süreç, kendi sıkıntılarını da beraberinde getirdi. Bu büyük sorunun adı “Türk Nüfusu” idi. 1968 yılında Türkiye – Bulgaristan Göç Antlaşması ile Bulgaristan’da yaşayan Türkler anavatana kabul edildi. Bu süreci 1989 yılında Bulgaristan lideri Todor Jivkov’un Türkleri sindirme politikası ile başlayan bir diğer göç dalgası takip etti.



O dönemde gazetecilik yapan Behiç Günalan 1989 Bulgaristan Göçü’nü fotoğrafladı. Fotoğraflarını tozlu raflardan indirip “Göçün Orta Yeri Hüzün” isimli bir sergi açarak genç kuşakların paylaşımına sundu. Göç fotoğraflarını konuştuğumuz Günalan, merak edilen birçok sorunun da yanıtın vermiş oldu.

Fotoğrafların çekildiği dönem ile ilgili kısa bir değerlendirme yapar mısınız?

Fotoğraflar 1989 yılında Bulgaristan’dan zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımızın o yıllarda yaşadıkları dramın ifadesidir. Bu göç dalgasını Türkiye, Bulgaristan’la sınırı olan Edirne ve Kırklareli illerinde karşıladı. Tabi Kapıkule kara ve demiryolu, bu göç hareketliliğinin en yoğun yaşandığı mekanlardı. Bu çalışmada yer alan fotoğraflarda burada çekilmişlerdir.

Ne kadar sürelik zaman dilimini kapsayan bir çalışma?

Zorunlu 1989 yılı göçü mayıs ayı ortalarında, Bulgaristan’dan gönderilen birkaç aile ile ilk işaretini vermişti. Edinilen bilgiler bu göçün birkaç aile ile sınırlı olmayacağı, arkasının geleceği yönündeydi. Bu ilk bilgiler bize abartılı geliyordu ve ciddiye almakta zorlanıyorduk doğrusu…

Mayıs ayı sonrasında içi göç insanlarıyla dolu tren, çığlığını atıp Kapıkule’de perona yanaşınca, durumun ciddiyeti anlaşılmaya başlandı. Bu ilk trenden sonra göç hızını Temmuz ayı sonlarına kadar kesmedi. Bu süre içinde yaklaşık 350 bin soydaşımız Türkiye’ye göç etti.

O zamandan bugüne değişenler sizin gözünüzde nelerdir?

Şöyle geriye dönüp baktığınızda rüya gibi geliyor. O günden bu yana çok şey değişti. Birincisi ve en önemlisi Bulgaristan sınırı Türkiye’nin en yumuşak karnıydı. Bugünkü Kuzey Irak sınırı kadar risk teşkil etmese de oldukça hassastı. İkincisi bu dönem içinde Bulgaristan AB üyesi oldu. Demokratik Bulgaristan kendi tarihiyle cesaretle yüzleşti. İlk demokratik Cumhurbaşkanı Jelyu Jelev, Bulgaristan’da Türk kökenli yurttaşlara Jivkov döneminde uygulanan asimilasyon politikalarını tarihin en karanlık dönemi olarak niteledi. Bulgaristan sınırı, Türkiye’nin en güvenli sınırı oldu. AB katılın süreci içinde Türkiye, Bulgaristan’dan büyük destek gördü. Zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımıza yurttaşlık hakları yeniden tanındı, hepsi çift pasaport sahibi oldular.

Fotoğrafladığınız öykü içerisinde (göç eden insanlar arasında) arkadaşlarınız ya da yakınlarınız var mıydı? Var ise o anki duygularınız neler oldu?


Göç edenler arasında yakınlarım ve akrabalarım olmadı ama hepsi tanıdıktı; çünkü insandılar. Daha sonra pek çok soydaşımızla kadın erkek çok iyi ahbaplıklar, dostluklar kurdum.

O dönemde kundakta gelen çocuklar 20-22 yaşlarında şimdi. Çoğuyla üniversitelerde karşılaşıyoruz. “ne çabuk büyüdünüz yaa” dediğimde gülüyorlar…

Fotoğraflarda göç eden yetişkinlerin dramının yanı sıra çocukların yaşanılanlardan habersiz bebekleriyle oyun oynamaları dikkat çekiyor ve fotoğraflara güçlü bir anlatım yüklüyorlar. İki farklı kuşak arasında bu farkı bir foto muhabiri gözüyle nasıl değerlendirirsiniz?

 Zorunlu göçe tabi tutulanlar arasında yaşayan Türk azınlığın yaşlıları, hastaları, iş göremezleri öncelikliydi. Jivkov yönetimi bir nüfus arındırması yapıyordu yani. Tabi beu arada çocuklar da zorunlu göçten nasibini almıştı. Yaşlarına göre olaya ve yaşadıklarına ilgileri ve tepkileri değişiyordu. Bazıları işin farkındayken bazılarına ise olanlar oyun gibi geliyordu. Kapıkule’nin gümrük sahası gerek karayolu gerekse demiryoluyla gelenler tarafından tam bir insan seline dönmüştü. Adım atacak yer yoktu. Hiç abartısız çoğu zaman uyuyan insanların üzerinden atlayarak yürüyorduk. Bu insanların üstüne bazen sağanak yağmurlar iniyordu.

 İnanılmaz dramatik görüntüler vardı. Bu arada bazı çocuklar kendi masum dünyalarının hayallerini kurup oyunlar oynuyorlardı. Sergi fotoğraflarımın arasında yer alan bebeğinin saçlarını tarayan çocuk beni olağanüstü etkilemişti. İtiraf edeyim ki o kareyi çekmek için vizörümün arkasından bakarken, gözlerim doldu ve ağladım. Şimdi onun akıbetini National Geographic’in Afgan kızı gibi merak ediyorum. Adını almıştım, habercilik telaşı ve pasaklılığı içinde kaybettim. Umarım hayatında her şey yolunda gidiyordur. Muhtemelen anne olmuş, belki de gerçek bebeğinin saçlarını tarıyordur. Aktif gazeteci olsam bu işin peşine düşerdim.


O yıllarda (Bulgaristan – Türkiye) oluşan milliyetçilik akımları, toplumsal olaylar, halk hareketleri hakkında gözlemleriniz dahilinde bilgi verir misiniz?

Türkiye’de milliyetçilik akımlarını güçlendirmek yönünde olumlu etki yaptığı kuşkusuzdur. Ama benim anlayamadığım bu ırkçılığı Bulgaristan’da sosyalist yönetimin yapmasıdır. Marksist Leninist öğretinin halkların kardeşliği ilkesine göre bu olan biteni nasıl açıklayacağız? Türkiye tarafına gelince yakın tarihin yaşanmış en büyük göç olaylarından biri olmasına karşın, öyle büyük bir milliyetçilik aksiyonu yarattığını söyleyemem. Bu durum Türkiye’nin ideolojik reflekslerinden çok, toplumun geleneklerinde yer alıyor. Yine yakın tarihte Kuzey Irak sınırında peşmerge göçünü, Yugoslavya’daki kanlı katliamlardan sonra Kosova ve Bosna Hersek göçlerini yaşadık. Bütün bu olaylarda bu insanlara kucaklarımız açtık, imkanlarımızı seferber ettik. İşimizi aşımızı paylaştık. Bu refleksi sadece milliyetçilik ideolojisi ile temellendirirsek yanlış iz sürmüş oluruz. Bu 1490’larda İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul etmemize kadar uzanan bir gelenektir. Bana göre de, övünülecek bir toplumsal erdemdir.

Göç esnasında hatırladığınız ilginç insan öyküleri var mı?

Her insan başlı başına bir hikaye. Her biri bir roman ya da film senaryosu konusu. Bu göç bir zorunluluktu. Zorunluluk sıfatını ıskalarsak, göçün dehşetini, dramını algılayamayız. Tarlanızda çalışıyorsunuz, bir devlet görevlisi geliyor, ertesi gün ülkeyi terk etmenizi istiyor. Evinizde, fabrikanızda da aynı durum. Üç çocuğun varsa ikisini yanına alıp birini bırakıyorsun. Ailenin babası trenle, ailenin annesi karayoluyla gönderiliyor. Annenizi, babanızı, eşinizi, dostunuzu, kardeşinizi, yakın akrabanızı, yavuklunuzu geride bırakıp, yeni bir dünyaya, sonu bilinmeyen bir hayata gönderiliyorsunuz. Bütün maddi ve manevi birikimlerinizi kaybediyorsunuz. Kökleriniz doğup büyüdüğünüz topraklardan zorla sökülüyor. Böyle bir psikoloji, böyle bir umutsuzluğu, böyle bir  çaresizliği düşünsenize… Her birinin ruhlarını devasa tsunamiler teslim almış. Her birinin gelecekleri, yaşam sevinçleri tuz buz olmuş…

Toplu göçün getirdikleri ve götürdükleri sizin gözünüzde nelerdir?

Eğer ilerleyen yıllarda yaralar sarılmasaydı ve kan kaybı durdurulmasaydı bu göçün götürdükleri ciltlerle anlatılamazdı. Bulgaristan’ın bu zorunlu göç politikasından, Jivkov döneminin kapanmasından sonra vazgeçmesi, soydaşlarımızın istedikleri zaman doğup büyüdükleri topraklara geri dönebilme yolunu açtı. Görüldü ki temelli dönenlerin yanı sıra büyük çoğunluk Türkiye’de kalmaya, çifte yurttaş olmayı tercih etti. Bulgaristan’ın AB ülkesi olması, taşıdıkları Bulgaristan pasaportunu daha değerli kıldı. Mutlaka ağır bedeller ödendi; ama bu zorunlu göç yaşanmasaydı, asla böyle alternatifli sosyal kimlikleri olmayacaktı. Türkiye’dekilerin büyük bir bölümünün iş ve konut sorunları çözümlendi. Bence artık mutlular.


Fotoğrafları çektiğiniz andaki hisleriniz ve şimdi bu çalışmaya baktığınız andaki hisleriniz nelerdir?

Fotoğrafların çekildiği yıllarda profesyonel bir gazeteciydim. Üstelik Türkiye’nin en iddialı gazetesinde çalışıyordum. Haberin temposu, haberin rekabeti içinde duygularınızı ıskalıyorsunuz. Bir  doktor nasıl ki neşterini kullanırken hastasının acısını aklına getirmezse, gazetecilikte de aynı, böylesine dramlar işiniz oluyor. Şimdi o yaşanan olaya baktığınızda, daha fazla etkileniyorsunuz. Yangın bütün sönmüşlüğüne rağmen sizi kavurmaya devam ediyor. Böyle tarihi bir olaya tanık olmamı şimdi kendim için şans olarak görüyorum. Üstünden 20 yıl geçmesine rağmen anlatabileceğim bir şeyler varsa, mesleki anlamda bunu da şans olarak nitelemek lazım.

Son olarak dijital fotoğrafçılığa ne zaman geçtiniz ve dijital fotoğrafçılık hakkında neler söylemek istersiniz?

Dijital fotoğrafçılığa kuşağımda herkesten önce geçtim diyebilirim. Çünkü nereye varacağını önceden kestirdim. Bu geç kalmanın, inat etmenin fazla anlamı yoktu. Analog dönemde dia ağırlıklı çalışıyordum. Eskiden fotoğraflar, telefoto denen sistemlerle haber merkezlerine ulaştırılırdı. Öyle durumlarda renkli veya siyah beyaz negatif çalışırdım. Beş (şimdi 8) yıldan beri dijital fotoğraf çekiyorum.

Dijital fotoğraf, fotoğrafın 180 yıllık serüveninde big bang’tir(büyük patlama). Fotoğrafın yeni dünyasıdır. Fotoğraf, dijital fotoğrafçılıkla birlikte bir mesleki eylem ve azınlık hobisi olmaktan çıkıp yığınlarla kucaklaştı. Türk fotoğrafına emeği, katkısı olan alın teri sahibi herkese saygılıyım ama küçük bir azınlık içinde iyi bir fotoğrafçı olmak, bugüne göre kolaydı. Zor olan, bu büyük çoğunluk içinde iyi bir fotoğrafçı olmayı başarabilmektir.

Son olarak şunları ifade etmek istiyorum ki, bu zorunlu göç olayı Türkiye ile Bulgaristan arasında önemli ve ciddi bir düşmanlık nedeni yarattıysa da bu durum iki ülke arasında asla kalıcılığa dönüşmedi. Belki de bu tarihi olayın ardından Bulgaristan’daki rejim değişikliği, bu düşmanlığın panzehiri oldu. Bugün bu iki ülke, olayı unutmuştur. Dosttur. Bulgaristan sınırı, Türkiye’nin askersiz koruyabileceği tek sınırdır.

İki ülke arasında ticari, turistik, sportif ve kültürel ilişkiler üst düzeydedir. Bulgaristan yurttaşlarının Edirne esnafında veresiye defterleri vardır. Zorunlu göç günümüzde düşmanlığın değil, pişmanlığın kaynağı durumundadır.

Olayın yaşandığı dönemde Edirne’nin merkez nüfusu 80 bin dolayındaydı. Yaklaşık üç ay içinde 350 bin kişi geldi. Bunların karşılanması, barındırılması, beslenmesi, sağlıkları baş edilir gibi değildi. Nitekim önceleri de baş edilemedi. Ama bu başarısızlık değil, olayın büyüklüğü karşısında çözümlerin yetersiz kalmasıydı. İnsanlar yatakları, yorganları, araba tekerlekleri, soba boruları, kuş kafesleri ellerine geçirdikleri eşyalarla sınırımıza yığıldılar. Hiç kimseyi geri çevirmedik. Hepsini topraklarımıza kabul ettik. Tabiî ki müthiş görülmemiş, görülmeden inanılmaz yığılmalar oldu. İlk günlerde  devlet, yerel yönetim, gazetelerin haber merkezleri bile olayın büyüklüğünü algılamakta zorlandılar. Adına o dönemde utanç treni denilen zorunlu göç trenleri, peş peşe gelmeye başladıktan sonra durumun ciddiyeti anlaşıldı. Ondan sonradır ki olayın her türlü gelişmesi ve ayrıntısı üç ay boyunca manşetlere çıktı. Yazı işlerinin, gazetelerine manşet bulma konusunda en rahat dönemleriydi belki de. Sonra bu insanlar, gelir gelmez eşyaları kamyonlara yüklenerek yurdun dört bir yanındaki misafirhanelere, ya da varsa yakınlarına gönderilmeye başlandı. Öyle bir dönem geldi kamyonlar bile yetmez oldu. Trafikçiler karayollarında buldukları boş kamyonları toplamaya başladı. Yaşam belki birden bire normalleşmedi ama, hızla düzene girmeye herkes yeni hayatına alışmaya başladı…



* Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin resmi yayın organı “Foto Muhabiri Dergisi” nin ikinci sayısında (2009) yayınlanmıştır.              


Behiç GÜNALAN kimdir?

1952 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümünü bitirdi. 1973 yılında gazeteciliğe başladı. Meslek yıllarında, Erzurum, Bursa ve Edirne’de görev yaptı.

Fotoğrafla ilgisi gazetecilik mesleğiyle birlikte başladı. İlerleyen yıllarda, haber fotoğraflarından, sanatsal fotoğrafa yöneldi. 1989 yılından bu yana Edirne’de oturan usta fotoğraf sanatçısı, “Fotoğraflar Yaşlanmaz” adını verdiği ilk kişisel fotoğraf sergisini 1995 yılında Edirne’de; “Edirne – Brücke Zum Orient” adını verdiği son kişisel sergisini de 2009 yılında Almanya’nın Lörrach kentinde açtı.

Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği ve Trakya Gazeteciler Derneği’nin onursal başkanıdır.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder