26 Ekim 2012 Cuma

Ozan Sağdıç Hayat'a hayat katan foto muhabiri



HAYAT’A HAYAT KATAN FOTO MUHABİRİ
OZAN SAĞDIÇ


Söyleşi: Raşit AYDOĞAN

Günlük yaşantının oldukça renkli, fotoğrafın ise siyah beyaz olduğu günler…

İnsan hayatında henüz televizyonlar fazlaca bir yer kaplamıyor, bu açığı ise haftalık ya da aylık yayın yapan dergiler, mecmualar gideriyordu. İnsanlar merak ettikleri yerleri ya da hikayeleri bu dergilerde yer alan fotoğraflarla görüyor, röportajları okuyor ve meraklarını bu şekilde gideriyorlardı…

Şimdilerde fotoğrafın Ozan’ı olarak anılan, o zamanlar foto muhabiri olarak çektiği fotoğraflarla Hayat’a hayat katmış usta fotoğrafçı Ozan Sağdıç, mesleki deneyimlerini, anılarını foto muhabiri dergisi ile paylaştı.

 Ben fotoğrafa başladığım zaman, Haliç kıyıları imarsız ve bakımsızdı. Yağ İskelesi, Yemiş İskelesi, Unkapanı’ndaki kum motorlarının derme çatma iskeleleri, kalafat yeri(1), mavna(2) ve taka leşleri(3) ile kıyılar kirliydi belki, Perşembe Pazarı gürültülü ve çamurlu bir sanayi semtiydi. Buralarda ekmek parası peşinde ter döken insanların pek çoğu yamalı elbiseler içindeydi ama insancıklardı, saf ve yalın…

 Ben fotoğrafa başladığım zaman, boğazdaki uskumru ve palamut akınları, Haliç’i bile dolduruyordu. Kuzu gibi toriğin tanesi 50 kuruşa satılıyordu. Sahiller boyunca çiroz(4)  tezgahları göze çarpardı. Eminönü balıkhanesine 300-400 kiloluk orkinoslar gelirdi. İlla ki Kumkapı balıkçı barınağı alabildiğine pitoreskti(5). Beyazıt’ta Çınaraltı Kahvesi’nde nargileler fokurduyor, Eyüp Sultan‘da uçamayan leyleklere bakılıyordu. Eminönü’nde Yaşar adında bir fok balığı vardı, bir de pelikan.

             Ben fotoğrafa başladığım zaman, fotoğraf beni afsunlamıştı, adeta esiri olmuştum. Hayatımı geçici bir süre için bu meslek aracılığıyla kazanabilir miyim diye düşündüm. Deneyim de kazanmak amacıyla “size eleman lazım mı” diyerek ilk kez Beyoğlu Bekar Sokak’taki Foto Sait’in kapısını çaldım. Sait Bey beni karanlık odacı yapmaktansa, “İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği’ne” kâtip yaptı. Döviz darboğazında malzeme dağıtımı dolayısıyla bütün fotoğrafçılar bu derneğin üyesiydi. Bu sayede pek çok profesyonel dostum oldu.

             Ben fotoğrafa başladığım zaman, “Manzara fotoğrafları satın alınacaktır” başlıklı bir gazete ilanındaki adrese elimdeki kırk poz fotoğrafı götürdüm. Orada Şevket Rado ve Hikmet Feridun Es isimli gazeteci beyler, yakında tifdruk tekniğiyle çıkacak “Hayat” dergisinin müjdesini verdiler ve “Biz Babıali tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk, onu sende bulduk. Bizim foto muhabirimiz olur musun? ” dediler.

             Ben fotoğrafa başladığım zaman, İstanbul’da Hayat’a gözlerimi böyle açtım. Taptaze bir derginin taze foto muhabiri ve Hayat’ın kadrolu ilk iki foto muhabirinden biri olarak… Diğer muhabir Ara Güler’di. O benden yaşı gereği dört - beş yıl kadar daha deneyimliydi.
 
             Ben fotoğrafa başladığım zaman, İstanbul’da reklam kirliliği yoktu. Hayat göreceli olarak galiba daha basit, daha sade ve halk ilişkileri daha bir sükunet içindeydi. İstanbul fotoğraflarım, bir bakıma benim için o amatör günlerimin ve meslek hayatımın ilk heyecanlarının nostaljik bir yansıması olduğu kadar, hiç kuşkusuz sosyal tarihimize ve bu şehrin kentsel belleğine canlı tanıklıktır. Fotoğrafın en keyif veren yanı da işte bu “Çağa Tanıklığı” olsa gerek(6). 


FMD - Hayat Mecmuası ile başlayalım. Nasıl oldu, nasıl başladı bu serüven? Ara Güler ile Hayat’a kadrolu foto muhabirleri olarak yıllarca hizmet verdiniz. Nasıldır Ara Güler’le çalışmak?

       Ben askere gidene kadar sadece Ara ile ikimiz vardık Hayat’ta. Askere giderken, İnal Tengizman geldi. Babası Esat Nedim Tengizman Hayat için Atatürk Albumü hazırlıyordu o sıralar.  Sonra, ben Ankara bürosuna gelirken yerime ben kendim Erol Dernek’ i tavsiye ettim. Yani İnal ile Erol bizden sonra Hayat’ın foto muhabirliği görevini üstlendiler. sonraları Tamer Güvenç, Kutlu Ertuna, Ergin Minisker, Necdet İçli gibi arkadaşların da hizmetleri olmuştur. . Ancak Hayat’ın ilk foto muhabirleri Ara ve bendim. Hatta sanırım, Ara da maaşlı değildi, ona parça başına ödeme yapılıyordu.

       Ara’yı soruyorsunuz. Hayat’ta iken türkçesi düzgün bir insandı o günlerde. Yazdığı güzel öyküleri de okumuştu bana. Sonradan kendi taklidini arkadaşlarından dinleye dinleye kendi kendinin taklidini yapar oldu, giderek aksanı bozuldu. Galiba, bunun biraz da sempatik kaçtığının farkına vardı. Bence ironi fotoğraflarına hiç yansımaz ama, muzip bir insandır o, matraklıklardan hoşlanır. Medyada göründüğü gibi değildir. Yani sonra sonra sanki şenlikli olsun diye tiyatro yapar oldu. Milleti makaraya sarıyor, tiye alıyor her şeyi. Öfkesi de oyun, neşesi de oyundur onun bence, gırgır geçer milletle. Eminim, ettiği her lâfta aldığı reaksiyon için kıskıs gülüyordur. Kimi kez o bir mit uydurur, zamanla kendisi de inanır.

FMD - Fotoğrafın Ozan’ı diye adlandırılıyorsunuz ve fotoğrafta “Şiirsel Gerçekçi Akım”ın temsilcisi olarak biliniyorsunuz. Bu etkileşim nasıl gerçekleşti?

       Ben ünlü fotoğrafçılardan daha çok ünlü sinemacılardan etkilendim. Benim işlerim, fotoğrafik olarak sinema karelerine benzer. İtalyan yeni dalga filmleri, Fransız siyah beyaz filmleri falan etkilemiştir beni en çok. Estetik ve ifade çok önemli. Yani belgesel bir fotoğrafı çekerken bile, estetiği ön planda tutmak önemli... Şunu da ilave edelim: Sinemadan çok fazla etkilendim dediysem de, iyi foto muhabirlerinin ya da fotoğrafçıların eserlerini de göz ardı etmedim. Sadece belli bir adamdan etkilenmiş olarak kabul etmiyorum kendimi. Sonuçta, benim fotoğrafım onların fotoğrafıyla akraba fotoğraflar. Ben Cartier-Bresson’a öykünmedim ama benim mizacım biraz etrafıma mizahi bir açıdan bakmak, insan ilişkilerindeki o hoşluğu yakalamak üzerine kurulduğu için, onunla akrabalık kurulabilir. Ben Bresson gibi fotoğraf çekeyim demedim. Ama İstanbul’daki son “1950’lerin İstanbulu” isimli sergimde galerinin koyduğu deftere, Troçki’nin Hayaletleri portfolyosunun sahibi İrlandalı fotoğrafçı James Hughes “Bresson of İstanbul!”  diye bir not düşmüş. Bir de “Inspirational”(7) diye tırnak içinde notuna not eklemiş. Demek, böyle bir izlenim doğabiliyor.

       Televizyonun olmadığı ya da henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde haftalık magazin dergileri –gerçek anlamda magazini kastediyodum, bugün bu sözcük soysuzlaştırılmıştır- televizyon görevi görüyorlardı. Paris Match, Stern, Life gibi dergilerden okurlar ilginç fotoğraflar bekliyordu. Bu dergilerde okurların beklentilerini karşılamak adına foto-röportajlara yer veriyorlardı. Bu dönemde foto journalism’in altın çağı yaşandı. Yayın hayatı bu çağda dergicilik sanatı ile birlikte bir yükselişe geçti. Cartier-Bresson, Eugene Smith, Robert Capa, Eisenstead, Philip Halsman, Richard Avedon, Ernst Haas, Fulvio Roiter gibi fotoğrafçılardan bir kuşak yetişti. Bunların bir bölümü daha sonra Magnum’da birleştiler ve bu dergilere eserler verdiler. Bu gelişme gazete fotoğrafçılığı değildi artık, dergi fotoğrafçılığıydı. Bu bir akımdı. Ben kendi adıma konuşacak olursam, kendi üslubumu oluşturma çabasındaydım.Yabancılar beğensin diye fotoğraf çekmedim, bu oryantalizm olurdu. Oryantalist olmak istemedim. Ben bu halktan biri olarak kendi halkımın fotoğraflarını çekmek istedim. El alem beğensin beğenmesin beni ilgilendirmez. Son aşamada bendeki bu yerellik çabası bir yerde beni bu akımla akraba yaptı.

FMD - İnsanların hüzünlü, kederli ya da keyifli anlarını, fotoğraflara baktığımız an yaşam kesitlerini çıkarabiliyoruz gün yüzüne…

       Şöyle diyorum; “Ben fotoğrafıma bakan bir kimsenin ilk bir dakikada gülmesini, ama beş dakika o fotoğrafa dikkatle baktığında içini hüzün kaplasın isterim” çünkü hüzün ve neşe insanın yazı-tura gibi madeni paranın iki yüzüdür, birbirinin akrabasıdır bir yerde, insan O’dur…

FMD - Zaman zaman gazetelere göz atıyorsunuzdur, fotoğrafın içinden gelen bir üstad olarak bakıp etkilendiğiniz fotoğraflar oluyor mu? Yoksa bu iş çok farklılaştı daha da bir sıradanlaştı mı diyorsunuz. Mesela gazeteler ya da  dergiler henüz fotoğrafın önemini kavrayamadı. Avrupa bunu otuz yıl önce aştı farkına vardı ancak Türkiye henüz fotoğrafın etkisini, vurgusunu özümseyemedi. Nasıl bakıyorsunuz bu  duruma?

       Teknolojinin gelişmesiyle, iletişimin çok genişlemesiyle üretim ve tüketim birbirine paralel olarak çoğaldı. Bu sürecin sonunda insanlar bazı değerleri göz ardı eder oldu. Hem üretim hem de tüketim çok olunca değerli olanı diğerlerinden ayırmak da zorlaştı. Ben foto muhabirlerinin ürettikleri bazı fotoğrafları görüyorum, çarpılıyorum, çok hoşuma gidiyor. Öteden beri bizim zamanımızda da çekilen fotoğrafı değerlendiren fotoğraf editörlüğü müessesesi gelişmedi. Şöyle böyle bir fotoğrafı iyi bir fotoğraf editörü değerlendirirse sayfa içinde, insanın yüzüne güler o fotoğraf, değer kazanır ama dünya güzeli bir fotoğrafı keser biçer, derinliğini yok eder, yolunmuş kuşa çevirir, kötü bir kadrajla kötü bir yerde hiçbir işe yaramaz. Fotoğrafı çekmekten ziyade, seçmek, elemek ve değerlendirmektir bu işin profesyonelce yanı. Türkiye’de çok iyi foto muhabirleri var. Dediğim gibi, karşılaştığım kimi fotoğraflardan keyif alıyorum, gıpta ile bakıyorum, hoşuma gidiyor, ortaya serilmiş her işle gurur duyuyorum.

FMD - Foto muhabiri, mesleğinin kıymetini nasıl bilmelidir?

       Her şeyden önce kardeşlerim arşivinin kıymetini bilmelidir. Çalıştığı gazeteye ya da ajansa belirli ölçüde kaptıracaktır fotoğraflarını. Ancak gazetenin kullanmadığı kısmına kıskanç bir şekilde sahip çıkmalı, arşiv çok önemli.

       Foto muhabiri içindeki fotoğraf çekme heyecanını her zaman canlı tutmalı. Bir olayın içine girdiği zaman o olayı yaşamalı ve aynı zamanda aksettirmesini iyi bilmeli. Bu bir köprü görevi. İyi izleyeceksin ki, iyi izlenesin.

       Foto muhabiri namuslu ve dürüst kalmalı. Haberin değeri neyse onu o ölçüde yansıtmalı. Ne abartmalı ne de es geçmeli. Madem aracılık yapıyorsun, bu işi mümkün olduğunca tarafsız ve objektif yapacaksın. Yorum diye bir şey var elbette, yorum getiren da fotoğraf var. Ama o yorumu o olayın gerçeğini saptırmadan, gerçeğin bir yüzü olarak aksettirmek şartıyla.

       Foto muhabiri sürekli kendi kültürel düzeyini yükseltmeli, yaşamdan ve sanatın her türlüsünden keyif almasını bilmeli, bol bol okumalı, sanata değer vermelidir. Operadan keyif almıyor olabilirsiniz ama hiç değilse merak edip anlamaya çalışın. Bir enstrüman çalmak, antika toplamak, farklı keyif ve hobilere yönelmek sizlere renk katar. Fotoğraf makinesi ile yetinmemelisiniz. Foto muhabirliğinin zemininde bir kültür birikimi yatar çünkü yorum getireceksiniz, onun için de sanatın her dalından haberdar olmalısınız. İyi, kaliteli müzikler dinlemelisiniz. Tiyatro izleyeceksin, ansiklopediler karıştırmış olacaksın. Zemini ne kadar sağlam tutarsan, benliğine ne derecede kültürel değer yüklersen, kendi sanatında da üstün olur ve fotoğraflarını beslersin.

FMD- Edebiyata da bir ilginiz var, şiir kitabınız, çevirileriniz, derlemeleriniz var. Bu ilgi nereden?

       Benim babam şairdi. Adımdan da belli, Ozan koymuş adımı. Türkiye’deki Ozan’ların ilkiyim ben. Soyadı olarak var. Ama benden yaşlı Ozan isimli birine hayatım boyunca rastlamadım. Bir çok kimsenin benim adıma özenerek çocuklarına bu adı koyduklarının da tanığıyım. Ağabeyimin adı ise Emrah idi. Bu isim de aşkla ilgili. Babama sorduklarında “Aşk olmadan meşk olmaz” demiş.

Şiir yazmak başlı başına bir uğraş. O hevesi çoktan atlattım.  Ama başka dillerde söylenmiş şiirleri Türkçeye çevirmekten ve manzum hale getirmekten hoşlanıyorum. Bu konuda bir de manifestom var. Çok taze. Bu bildiriyi paylaşalım isterseniz,;
     
       Şair değilim,
                               olmayacağım da...
                               Şairlere sözüm var.
                               Yani onlar rahat olsunlar.

                               Ben canımın şiirini
                               kendi işlerime dökmek isterim
                               varsa “mısa-ı bercestem”
                               Onların bir köşesinden
                               fılizlensin derim.

                               Ama huyum bu, neyleyeyim:
                               Başka dillerde söylenmiş
                               ince, güzel bir sözün,
                               benim dünyalar güzeli
                               öz dilimle nasıl daha keyifli
                               denileceğinin sevdalısıyım işte.

                               Hele tatsızını, keleğini görmeyeyim,
                               şeker dökmek gelir içimden.
                               Bir savunma içgüdüsü belki...
                               “Öyle deme be bireder,
                               şunun daha fiyakalı türçesi varken.”

                               Anlayacğınız:
                               Ezik büzük tümcelerin,
                               yamrı yumru dizelerin
                               kaportacısıyım ben.
                               Bir yerlere tan tun
                               çekiç vuruyorsam eğer...


FMD - Arşiviniz ne durumda?

       Bu bizim fotoğrafçılarımızın hepsinin ortak derdi.  Arşivim ne yazık ki işte gördüğün gibi. Toparlamaya çalışıyorum. Burada dosyalar halinde, çelik dolaplarda. Profesyonel bir tarayıcımız var, onun sayesinde elimizden geldiği kadar sayısal ortama aktarıyoruz negatifleri, diaları ve daha derli toplu olmasını sağlıyoruz. Bir yardımcımız vardı, sağ olsun 4-5 yıl fotoğrafları sürekli o taradı bize destek oldu. Elimde portfolyo niteliğinde projeler var, onları kitaplar halinde bastırmaya çalışıyorum. Vaktiyle “Pazarola Hasan Bey” diye biri vardı, benim de adım neredeyse “Sponsor Arıyorum Ozan Bey” diye anılacak.. Bu sözümden etkilenen bir bayan tasarımcı İstanbul’da bu isimde bir enstalasyon hazırlamaya yeltenmiş bile. Ülkemizde ne olmaz yerlere, işlere sponsorluk adına oluk gibi paralar dökülüyor. Kendi işim diye söylemiyorum. Konuyu benimle paylaşan herkes bu fikirde. Bu sponsorluk Türkiye’nin hem fotoğrafçılık tarihine, hem de sosyal tarihine yapılacak en büyük hizmetlerden biri olacaktır aslında. Görmüşsünüzdür, geçenlerde Hıncal Uluç(8) da Sabah’ta bu konuyla ilgili bir yazı yazdı.

FMD- “ Ben fotoğrafı aşkla çekerim, sonucu öyle hemen merak etmem ancak yıllar sonra o fotoğraflara yeniden baktığımda ilk günkü heyecanı yeniden yaşarım” diyorsunuz…

       Fotoğraf çekme anı bende çok çok büyük bir heyecan uyandırıyor. Çok keyif alıyorum. Şimdilerde dijital makineler var ya, çekip hemen bakıyorsun. Benim o merakım pek olmadı. Öyle bir heyecan taşımadım ama, yıllar ya da aylar sonra, diyelim kontak kopyalardan fotoğrafları seçerken acayip heyecanlanıyorum. Aaaaa! diyorum vaaaav! diyorum, ne güzel iş yapmışım… Hele şimdilerde bakıyorum eski fotoğraflarıma bir bir, beni ta o günlere yeniden götürüyor, gençleştiriyor yani…

FMD- Fotoğraf dalında devlet sanatçılığı…

      
Şahsen çok önemsediğim bir şey değil. Ancak ilk kez Devlet, fotoğrafı sanat olarak kabul ediyor ve fotoğrafçıları onore ediyordu. Bizim de bu yolu açık tutmamız gerekiyordu. Şu kadarını söyleyeyim: Bana Devlet Sanatçısı ödülü verilirken, ödülü elinden aldığım Sayın Demirel’e karşımızda fotoğrafımızı çekmeye çalışan foto muhabirlerini göstererek: “Ben de bu arkadaşlardan biriydim. Ödülü onların hepsi adına alıyorum” dedim. O da sırtıma vurarak “Tamam kardeşim, sen çok güzel işler yaptın” yanıtını verdi.

     
FMD- Mesleki yaşamdan bizimle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı?

 Anılar deyince... Bana pek çok kez anlattırdılar. Bir çok kez yineledim. Ama Foto muhabirliği mesleği açısından ilginç bir anıdır. Onu anlatayım önce:

       Daha amatörken, yani acemi bir liseliyken memleketim olan Edremit’i ziyaretlerinde Adnan Menderes ve Osman Bölükbaşı’nın fotoğraflarını çekmiştim. Ama İstanbul’da profesyonel olarak foto muhabirliğine başladığım zaman devletin yüksek kademelerinde bulunan kişilere nasıl hitap edilir, onlarla nasıl ilişki kurulur, hiç bir bilgim yoktu. Üstelik çok çekingen ve utangaç biri olarak yetiştirilmiştim.

       Hayat dergisinde işe başladığımdan çok az bir zaman sonra bana önemli bir görev verdiler. Dergi, Yapı Kredi Bankası’nın bir iştirakiydi. Bankanın kurucu sahibi Kâzım Taşkent, Celal Bayar’ın Umurbey’de doğduğu evi son sahibinden satın almış, restore ettirmiş, döşetmiş. Bayar o zaman cumhurbaşkanı. Onun Umurbey’e evin düzenlenmesinde başka istekleri var mı, diye bir ziyareti söz konusu. Dergi ziyaret sırasında çekilecek fotoğraflarla bir özel sayı çıkaracak. Köye gidip, olayı bütün ayrıntılarıyla çekmem gerekiyordu.

       Uzatmayayım, Umurbey’e gittim, önce restorasyon ekibiyle tanıştım. Üç gün Gemlik’te eski bir kaplıcada yatıp kalktıktan sonra nihayet “Bayar geliyor” dediler. Köyün geniş bir meydanı var. Bir ucunda biz karşılayıcılar duruyoruz. Dört beş tane siyah araba ile bir kaç cip gelip öbür uçta durdular. Bir yığın insan arabalardan indi ve başta Bayar olmak üzere o kalabalık üzerimize doğru yürümeye başladı. Tıpkı kovboy filmlerindeki düello sahnesi gibi. Zabıta tedbir almış, boş meydana kimseye bırakmıyor. Benim ilk önemli ve çok özel işim. Kendimi de dergi yönetimine kanıtlamam gerek. Kalabalıktan kopup öne fırladım.

       Dedim ya, devlet adamlarıyla yakından hiç bir temasım olmamış. Heyecanlanıyorum ama, paniklememeye çalışıyorum. Derken üzerimize gelen kalabalıktan elinde film kamerası ile bir filmci abi koşa koşa yanıma geldi. Belli ki grupla gelmiş çok tecrübeli bir filmci. Bu ağabey nasıl davranırsa, ben de onu taklit ederim diye kendime hemen bir taktik çiziverdim.

       Üstelik o Abi bana da çok sevecen davrandı. Kaşla göz arasında “Sen nerdensin kardeşim” dedi. Ben “Hayat Mecmuası’ndan” deyince “Oh, oh. çok güzel, çok güzel. Bizdensin yani” dedi.

       Yarı yolda Filmci Abi’nin 16 mm.lik kamerasının kurgusu bitti. Elini kaldırıp Bayar’a seslendi. “Baba, bir dakika” dedi. Bayar ve heyet zınk diye durdu. Filmci Abi “cırt cırt” sesler çıkararak makinasını kurdu. Sonra “Tamam Baba” deyince herkes yeniden yürümeye başladı. Ben üç gündür kafamda Bayar’a nasıl hitap edeceğimi kurup duruyoum. “Muhterem Reisicumhur Hazretleri” filan deniliyordu galiba o günlerde. Onu çok yavşakça buluyorum. Acaba filmlerden öğrendiğimiz “Ekselans ya da Majesteleri gibi bir şey mi demek gerekiyor diye düşünüyorum. Buralarda reisicumhur görmüş pek adam da yok ki, birine sorayım. İkircikli kalmıştım.

       Bir yıl önce Menderes’in fotoğrafını çekerken Zafer gazetesinin foto muhabiri Mehmet Sürenkök’ü izlemiştim. O zaman kendisiyle henüz tanışmadığım Mehmet Abi donuk bir adamdı ama, Menderes ona çok samimi davranmıştı. Şimdi bu filmci Abi de koskoca reisicumhura “Baba” dediğine göre, “Bunlar çok demokrat adamlar canım, baksana muhabir takımıyla içli dışlılar” düşüncesine kapıldım. Ben de pişkinliğe vurup, sanki ötedenberi tanıdık biriymişim gibi davranıp kendimi kabul ettiririm dedim.

       Nitekim, tam evin kapısından içeri grilecek. önden koşup mevzimizi almışız. Benim makinada film bitmez mi. En kritik an. Sayın Bayar yıllar sonra, doğduğu eve adım atacak. Filmci Abi’yi taklit etmenin tam zamanı. Adeta komut verir gibi bağırdım: “Baba bir dakika!” Bayar, tam yan arkasında Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayagil ve onun da yanındakiler duraksadılar. Bayar bir hayli şaşkın, bana bakıyor. O anda yine Filmci Abi imdadıma yetişti. Elini omzuma koydu, “Baba, arkadaş bizden” dedi, “Hayat Mecmuasından.” Heyet bir süre sabırla benim film değiştirmemi bekledi ve ben “Tamam” deyince kapıdan yeniden giriş yaptılar.

       Ben artık “Bizden” parolasıyla “onlardanmışım” referansını aldım ya bir kez, şımardıkça şımardım. “Baba şu senin sünnet yatağınmış, otur üstüne de bir fotoğrafını çekeyim” diyorum. “Şu rahlenin önüne otur da Kur’anı Kerîmi aç” diyorum. Reisicumhur Hazretleri ne desem yapıyor. Henüz askerlik yapmadığım için rütbelerini tam bilemediğim subaylar Bayar’ın arkasından bana “Fazla ileri gitme” kabilinden kaşgöz ediyorlar –ki onlar yaverlermiş–. Ben de onlara onlardan daha sert bakışlarla “Dalgama taş atmayın. Ben burada can pazarı yaşıyorum” sinyali veriyorum.

       Merdiven üstü sofada pencere köşesine köylü işi yere yakın bir sedir yerleştirmişler. Rahat bir köşe. Sonunda Bayar’a “Baba, uzak bacaklarını, otur şuraya” deyip kapaklık bir fotoğrafını daha çektim. Bu arada Filmci Abi bana “Aaa, bu köşede Baba’yla beraber ben de bir resim isterim” deyip gitti, yanına oturdu. Bana bu kadar yardım etmiş birinin hatırını mı kıracağım. O fotoğrafı da çektim. Ne samimiyet ama diye diye...

       Evde iş bitti. Umurbeyliler Reisicumhur hemşehrilerine zeytin ekmek ikram edeceklermiş, oraya gidilecek. Evin dekorasyon ve giydirilmesini etnografik eşya koleksiyoncusu Profesör Kenan Özbel yapmıştı. Çok saygıdeğer bir insan. Giderayak “Hocam nasıl iyi sınav verebildik mi?” dedim. “Mükemmel” dedi. Sonra da, bir lâf etti: “Turgut Bayar’ı da ilk kez tanıyorum, çok beyefendi bir insanmış” diye... “Turgut Bayar kim Hocam?” dedim. “Bayar’ın oğlu işte” dedi. “Aman, buradaysa, babasıyla bir fotoğrafını çekseydik” dedim bu sefer. Kenan Hocam “Çektin ya, yukarıda merdiven başında” demez mi...

       Meğer “Filmci Abi” sandığım kişi Bayar’ın kendi oğlu Turgut Bayar’mış. Oldukça profesyonel bir film kamerası ile amatörce çekim yapıyormuş. Babasına “Baba” demesinden daha normal ne ola? Dahası da var. Hani beni görünce sevinmiş, benim için “Bizden” demişti ya, onun da bir nedeni varmış. Bizim dergiyi çıkaran Tifdruk Matbaacılık Sanayii A. Ş.nin Murahhas Azasıymış. Yani benim patronlarımın da patronuymuş.

       Ben ne gaflar yapmış, ne çamlar devirmişim diye düşünürken teselli verici haber Neşriyat Müdürümüz Hikmet Feridun Es’den geldi. Turgut Bayar İstanbul’a dönünce bizim sorumlu patronumuz Şevket Rado’yu aramış. “Yahu” demiş. “Nerden buldunuz bu çocuğu. Canavar gibi bir muhabiriniz var. Babamın ağzından girdi burnundan çıktı. Bu kadar medenî cesaret sahibi bir genç görmedim. Ben bizzat şahit oldum, helâl olsun” demiş.

       Sayın Demirel zamanında, herkes ona “Baba” demişti. Bu lâf enflasyona uğradı. Ama Celal Bayar’a, hem de yüzüne karşı “Baba” diye hitap etmek her babayiğidin kârı değildi. Onu da, bilerek bilmeyerek ben becerdim işte.

                                               ***

       Hayat, Ses dergilerinin 1960 başlarında Ankara bürosu açıldı. Ben tam o sıralarda Ankara damadı olduğum için gönüllü olarak Ankara’ya atandım. Taşındığımdan bir ay sonra 27 Mayıs ihtilali oldu. O gün erken saatlerde sokağa çıkma yasağını deldiğim, üstelik fotoğraf çektiğim için, bir binbaşının ele geçirdiği 0021 plâkalı Basın Yayın ve Enformasyon Bakanı’nın makam arabasıyla Harbokulu’na götürüldüm. Neyse, makinanın içindeki filmi verip ucuz kurtuldum. Ama yine yollara düştüm tabii. Zaten öğleden sonra yasak tavsamıştı, herkes sokaklarda, caddelerdeydi. Bulvar boyunca tanklar gidip geliyordu. Tankların üzerinde tıklım tıklım gençler. Ellerinde bayraklar, “Ordu millet elele sloganları atarak, Gazi Osman Paşa marşını söyleye söyleye adeta resmi geçit yapyorlardı. Biraz onlardan fotoğraflar çektim..

       O gün akşama doğru Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinin önündeydim. Burada çok güzel bir olay yaşanıyordu, Cemil Karababa’nın büyütüp işlediği dev bir Atatürk resmi itfaiyeciler tarafından önce yere serildi. Sonra yavaş yavaş yukarı çekilerek fakülte binasının cephesine asıldı. Bu olayın bütün safhalaını fotoğrafladım. Filmi yıkadım. İhtilal nedeniyle uçaklar tarifesiz çalışıyordu. Acele olduğu için, basmadan, mesajeri olarak İstanbul’a yetiştirdim.

       Bu fotoğrafların bir kısmı Hayat dergisinde ihtilâlin ilk fotoğrafları olarak yayınlandı. Filmin bir bölümünü de Ara makaslayıp Paris Match’a servis yapmış. Onlar olayı iki sayfaya, birini tam sayfa olmak üzere üç fotoğraf halinde basarak çok güzel değerlendirmişler. Devasa Atatürk portresi yavaş yavaş yükseliyor. Atatürk’ün yeniden yüceltilişi gibi... Ne var ki, malzeme Ara Güler tarafından gönderildiği için onun imzasıyla çıktı. Bu noktada, iyi arkadaşlıklar arasında bu kabil şeyler olabiliyor diyelim. Zaten ben Hayat’ta kadrolu olduğum için dışarıya servis, müessesemle ilişkimde bir sorun da yaratabilirdi. Paris Match’ı alır almaz bunu gördüm. Ara, “Merak etme, imza benim ama gelecek para senin hakkındır, sen alacaksın” dedi. “Ben para istemem Leica’mın geniş açı objektifi yok, bir gittiğinde bana 35 mm.lik bir Summicron getirirsin, üstü pencerilisinden” dedim. Beşaltı ay sonra o objektif de geldi nitekim.

                                               ***

       Ankara’daki ilk günlerimde, yani 1960’ta İsmet Paşa’nın yıldızının parladığını yeniden farkeden dergim, onun güncel bir fotoğrafını kapak yapmak gereği duymuştu. O zaman Tandoğan civarında Ayten sokak’ta oturuyordu. Metin Toker aracılığıyla randevu aldım. Evin alt katında ışıklar, reflektörlerle neredeyse bir stüdyo kurdum. İnönü’yü Mevhibe Hanım güzelce giydirmiş, hiç bir aksaklık olmasın diye, büyük bir özenle kravatını, cep mendilini hatta kaşlarını düzeltiyordu.

       İsmet Paşa ona “Hanımefendi, dikkat et” dedi, “Çok önemli bir şahsiyet karşısındasın. Bu günün en makbul adamları fotoğrafçılar. Bak, İngiltere prensesi bile bir fotoğrafçı ile evleniyor” demişti. Tam o günlerde İngiltere prensesi Margaret, Antony Armstrog-Jones isimli bir fotoğrafçı ile evlenmek üzereydi. Anlaşılan İsmet Paşa yalnız ciddi konularla değil, magazin haberleriyle de ilgilenmekteydi.

       Sonraları, bir bayram öncesinde Pembe Köşk’te İstanbul Bayram gazetesi için mesaj almaya gittiğimizde köşkün değişmez ikramı sütlü kahveyi yudumlarken, üzerimize bir milletvekili ile İnönü’nün eski iki silah arkadaşı gelmişti. Onlara kısaca orada bulunuş nedenimizi anlattıktan sonra, “Bütün dünyada, biz devlet adamları protokolde en öndeyizdir ya,” dedi, “Bizim önümüzde iki grup insan daha var. Biri eskortluk yapan polisler. Bir de...” Beni işaret ederek devam etti: “İşte bu çocuklar, foto muhabirleri. Yalnız bunların bizim önümüze geçme selâhiyetleri var.”

        Ankara’ya transferiminden vefatına kadar, oniki onüç yıl boyunca, sanırım İsmet İnönü ile en çok yüzyüze gelmiş foto muhabiriydim. Çünkü en azından her Cuma, CSO Konser Salonu’nda birikte oluyorduk. Ve benim değişmez yerim solistleri en iyi fotoğraflayabileceğim, onun hemen arkasındaki koltuktu. O koltuğu hatırlı birine vermek zorunluluğunda kalsalar bile, onun yanına benim için bir sandalye yerleştirirlerdi. Sonraları “En büyük dinleyici İsmet İnönü” sergimi bu sayede yapabilmiştim. Artık tanışıklığımız göz aşinalığını çoktan aşmıştı. Aralarda fuayeye çıkmazdı. Ben de yerimde otururdum. İnönü zaman zaman bana takılır, en çok da kulağıma ya da sakalıma yapışıp: “Kes şu keçi sakalını da yüzün meydana çıksın” derdi.”

                        Başka liderlerle de ilgili anılar var elbette. Örneğin Sayın Demirel ilk kez başbakan seçiliğinde Buğday sokak 10 Numarada oturuyordu. Hani Londra’da da oranın başbakanı da Downstreet 10 Numarada oturur ve buradan çok önemli mesajlar yayılır ya. Derhal kafamda böyle bir bağlantı kurdum. Başbakanlığının hemen haftası içinde aile boyu ilk röportajı Hayat dergisine verdi. Pek çok özel fotoğraf çektikten sonra, bir akşam vakti bahçelerinde Nazmiye Hanım’ın önümüze koyduğu bir kâse dolusu kabuklu fındığı –tabii ayrıca kıracak olmadığı için– Sayın Demirel’le karşılıklı dişimizle kıra kıra tükettiğimizi anımsıyorum. Notlar alan Şemsi Kuseyri ikimiz kadar dişli çıkamadı, fındık tabağına elini bile uzatmadı. Daha nicei gibi, hoş anılar bunlar...

       Sayın Ecevit’le de Çalışma Bakanlığı sırasında tanışıyorduk ama, onunla dostuğumuzun başlangıcı, seçim kampanyalarında fotoğraf yasağının kalkması üzerine İnönü’nün afişlik fotoğrafını çekmek üzere beni Pembe Köşk’e götürdüğü gün başladı. Özellikle 73 seçimleri öncesi ve sonrasında tavan yaptı. Aile dostluğuna dönüşen bir dönem de olmuştu. Sayın Baykal da o zincirin bir sonraki halkası. Ayrıntılara girince uzun hikâyeler...






25 Ekim 2012 Perşembe

Söyleşi: Raşit AYDOĞAN

Ara Güler; Usta bir foto muhabiri. Türkiye'de fotoğrafın, foto muhabirliği mesleğinin kavramsallaşmasına büyük katkısı olmuş, çektiği fotoğraflar ve hazırladığı röportajlarla adını dünyaya duyurmuş bir büyük üstad.

Ara Güler'i tanımanın tek yolunun, onun çektiği ve imzası niteliğindeki fotoğrafların bilinmesinden ibaret olmadığını, böyle bir ustanın doğumundan başlayarak bugünlere uzanan hayat öyküsünün bir şekilde kaleme alınması gerektiği inancını içinde barındıran Nezih Tavlaş, elini 80 yıllık dev bir kayanın altına soktu ve ortaya çıkan eseri okurlara emanet etti...

Bugüne kadar hiçbir yayın organına röportaj ya da demeç vermeyen gazeteci Nezih Tavlaş, kitabın ortaya çıkışı ve ustanın bilinmeyen yönlerini Türkiye Foto Muhabirleri Derneği'nin resmi yayın organı  Foto Muhabiri dergisiyle paylaştı...

FM: Piyasada Ara Güler'i anlatan ya da Ara Güler'in fotoğraflarından oluşan çok sayıda yayın ve albüm var. Yeni bir kitap hazırlama fikri nasıl oluştu?

N.Tavlaş: Fotoğrafevi'nin sahibi Hasan Şenyüksel benim İngiltere'den 23 yıllık arkadaşım, şimdi Ara Güler ile birlikte çalışıyorlar. Ben de, Ara Güler hakkında bulduğum her tür makale, söyleşi, yazıyı Hasan'a gönderiyordum ki, birlikte çalıştığı insanı yakından tanısın diye. Böylece dışardan Ara Güler hakkında ne yazılmış ne çizilmiş herşeyi okumuş oldum. İstanbul'a gittiğim bir gün Hasan, oğlum Mehmet için "Ara Güler'in yeni çıkan eserlerinden birini imzalatalım ileride hatırası olur" dedi. Ben Ara Güler'i tanımıyorum, ismen biliyorum, başka tanışıklığım da yok. Gittik, Baba bütün heybetiyle Ara Cafe'de oturuyor. Kitabı imzalatırken şeytan dürttü "Abi maşallah ya, herkese basma kalıp aynı demeçler tebrik ederim vallahi" dedim. Bunu duyar duymaz bir hışımla baktı ki hiç sorma. Hani biraz ortalığı yumuşatmak için; "Herkese aynı, ona aynı, buna aynı. Oysa çok renkli bir yaşama sahip olduğunu tahmin edebiliyorum" dedim. Cevap "Öyle mi çok bilmiş". Dedim ki "Ben seninle bir söyleşi yapayım, vereyim, sen de onu istediğin yere verirsin". Gözlerini kıstı, ters ters baktı ve sandalyeyi önüme doğru itip "Tamam ulan, hadi başla bakalım" dedi. Ben de "Yok abi öyle dersini çalışmadan yapılır mı, zaten 40 dakika sonra uçağım kalkacak" dedim. O kısacak arada "Sor bakalım ne soracakmışsın" diye bir yoklama çekince "Mesela hiç hastalığın var mı senin, ne yersin ne içersin, nerede okudun, ne yaparsın, nasıl bir hayat sürdün, hiç yaralandın mı, mutlaka ölüm tehlikesi atlatmışsındır" diye sıraladım. Ayak üstü bir sürü hikaye anlatmaya başladı. Dedim "Abi, dur, şu an hiç anlatma, ne teybim var, ne hazırlığım var" ama nafile, ben kafeden çıkarken arkamdan hala anlatıyordu...


FM: Ara Güler'in damarına basmışsınız, aslında yüzüne vurmuşsunuz bu biyografi eksikliğini...

N.Tavlaş: Kesinlikle.. Sonrasında geldim Ankara'ya. Hasan'la telefonla konuşuyoruz "Oğlum sen bu adama ne dedin? Gittiğinden beri başka bir şey konuşmuyor, durmadan Fatih'e (Yardımcısı) bir şeyler hazırlattırıyor" dedi. Neyse aradan 2-3 gün geçti, Çarşamba günüydü, televizyon kutusu büyüklüğünde bir paket geldi eve kargoyla. Açtım baktım her şey var içinde; mektuplar, fotoğraflar, gazete küpürleri aklına gelebilecek her şey var, binlerce belge, fotoğraf, mektup. Açtım telefonu "Ben geliyorum" diye. Hemen onu takip eden Cumartesi yani 3 gün sonra da notlarımla karşısına geçtim Ara Güler'in. "Eeee başlayacaksın ama önce gönderdiklerimi bir okusaydın" dedi. "Ben onları okudum" dedim. "Nasıl okudun ulan orada 5 bin sayfa doküman var" dedi. "Okudum vallahi hepsini, sor istediğini" inanmadı önce bana. "Niye inanmıyorsun, çocukluğun burada, babanlar şurada vs..." tek tek örnekler verince çok etkilendi.



FM: İlk aşamadaki zorlu sınav geçildi yani... Ne tür araştırmalar yaptınız? Kitaba bakınca uzun bir uğraşın ürünü olduğu apaçık ortada.

N.Tavlaş: Ara Güler hakkında çıkan bütün yazıları, makaleleri, röportajları, haberleri, onun yazdıklarını ya da ona hakkında yazılan ne varsa okudum. Bu okumaların bana artısı şu oldu; bunların dışında yeni bir şeyler yapmam gerektiğini fark ettim. Her dönemine ait yaklaşık 100-200 yüz soru çıkardım. Her dönem deyince de yaşam dönemleri yani; okul, ilk işi, ilk fotoğraf filan gibi toplamda binlerce soru demek bu. Her neyse başladık biz röportaja. Önce çok daraldı. Ben çok detay soru soruyorum diye çok kasıldı. Mesela soruyorum "Nerede doğdun?" diye."İstanbul" diyor. Abi böyle cevap mı olur? Ev neresi, hangi sokak, kaçıncı kat, hangi oda, hastane mi? "Ohooo işimiz var seninle" dedi. "Evet abi işimiz var tabi, böyle yapacaksan devam etmenin anlamı yok" dedim. Şunu istiyor; anlattığı kadarı yetsin. Böyle bir şey olur mu ya. Söylediği hikaye ağzından çıktığı an onun gerisinin gelmesi lazım. Babam eczacı diyor. Abi nerede? İşte "Beyoğlu'nda". Neresinde abi Beyoğlu'nun? Bu detaylar benim için çok önemli, çünkü bu detaylara dayanarak ben alttaki dolguyu hazırlayacağım, o dönemi çalışıyorum, yılı bilmem lazım. Bir de Güler'in şanı var. Ben sıkıldım diye pat diye kesip kalkıp gidermiş. Böyle birkaç defa denedi. "Ne oluyor ya? buraya oturduk bir yere kalkamayız" "Kardeşim ben yorgunum" "İyi o zaman ara veririz" Teypler kapatılıyor, küçük gerginlik anları vs... "Bak ben ta Ankara'dan geliyorum. Beni başka gazetecilerle karıştırma. Ağzından bir laf çıkıyor seni ciddiye alıyorum; o lafın altını doldurmak, doğrulatmak için gidiyorum Milli Kütüphane'ye saatlerce araştırıyorum o dediğini, zamanı, bazen dolu çıkıyor bazen boş çıkıyor".

FM: Dolu ve Boş Derken?

N.Tavlaş: Hiç sorma, ilk başlardayız daha, ben ona bir şey demeden "Biliyor musun, ben Dünya Hikaye Müsabakası'na katıldım, orada birinci oldum Yaşar Kemal sonuncu oldu" dedi. Allah Allah sıkı hikaye. bir yandan da komik yani koskoca romancı sonuncu bizim Ara Bey birinci, insan merak ediyor yani. Öyle tarihi de hatırlamıyor gittim aradım taradım gazeteyi buldum; Yaşar Kemal yarışmaya katılmamış bile Ara Güler de mansiyon ödülü almış. Haberi getirip önüne koymama rağmen yine ısrar etti meğer herkese de anlatırmış bunu, sonra kesti anlatmayı.

FM: Birbirinize alışmanız zor oldu mu ?

N.Tavlaş: Başlarda her iki taraf da gergindi; O daha çok "Ne kurcalıyorsun kardeşim bırak gitsin" modunda ben de "Bu böyle devam ederse 56 yıl sonra biter bu kitap" modundayım. Sonra çalışma disiplini konusunda ikna olunca, keyifli hale gelmeye başladı, gülmeye başladık. Bir şeyler anlatıp duruyor müthiş berrak bir hafızası var. İsim isim herkesi hatırlıyor ama gel gör ki bazen o hafıza da şase yapabiliyor. Mesela Kıbrıs'ı anlatıyor."Ben helikoptere bindim, oradan atladım, kaza geçirdim" falan diyor, heyecanla not alıyorum sonra geliyorum eve, dosyaların içinde karşıma bir kupür çıkıyor Amerikan The Sioux City Journal gazetesi; Iowa'da o sırada. Telefona sarılıyorum "Abi sen o tarihte Amerika'dasın nasıl Kıbrıs'ta olabilirsin? "Ya kardeşim deli misin divane misin sen, ben Kıbrıs'taydım işte sana yalan mı söyleyeceğim" "Ya abi anlıyorum da bak elimde bir gazete küpürü var ve o tarihte Amerika'dasın ve kızılderilileri mızılderilileri ziyaret etmişsin" Haydi il takke ve külah, meğerse 1964 Kıbrıs müdahalesini anlatıyormuş, 74 Kıbrıs Harekatı'nı değil, tam 10 yıl rötar yani.


FM: Ara Güler'e bu proje (biyografi) için nasıl sokuldunuz. Dışarıdan gözlemleyen insanlar O'nu genelde aksi-huysuz biri olarak tanımlayabilir. Nasıl başladı bu dostluk, bu paylaşım?

N.Tavlaş: Ben onu tanıdıkça gerçekten çok sevdim. Millet huysuz falan diyor ama huysuz falan değil. Bunu ancak bir ahmak der, o kadar net söylüyorum. Yani bir adam yarım akıllıysa, aptal aptal, boş boş konuşuyorsa hiç affetmiyor dalıyor. Ben bugüne kadar onunla 3 yıla yakın bir dönemi beraber geçirdim. Aklı başında, mantıklı, normal konuşan bir insanı terslediğine hiç tanık olmadım. Ama nerede ebelek gübelek, boş boş konuşan, bir şeyler kanıtlamaya çalışan tipler var, onlara dalıyor, affetmiyor yani. Birileri de dalacak o tiplere kardeşim. Öyle goy goycu biri de değil. Hani saçma sapan bir soru sorulduğunda siyasetçiler yapar ya, senin o aptal soruna "Hımm anladım, ben size şöyle anlatayım..." falan der ya, Ara Güler'de böyle bir numara yok abi, yamuksan düzeltiyor.


FM: Senin sıkıştığın bunaldığın anlar oldu mu? Ben bunun sonunu nasıl getireceğim dediğin anlar?

N.Tavlaş: Tabi ki oldu. Mesela kendince önem verdiği şeyler var, Filipinler'deki bıçaksız ameliyatlara takıldı. Bu bir soytarılık tamam mı? Ama O inanıyor bunlara. Ya abi etme eyleme böyle bir şey yok, buna inanılır mı? Çünkü Türkiye'de ilk bu ameliyatları tanıtan Ara Güler, ilk röportajı yapan kendisi. Kalkıp sen bunu haber yaptın diye o sahtekarların suç ortağı falan olmuyorsun ki. Ameliyatı yapan adam diyor ki; "30 cm'den fazla yaklaşma filmin yanar" O da inanıyor ya. Abi diyorum nasıl inanırsın böyle bir şeye. Adam sana el numarası görünmesin diye bunu söylemiş. Ne olaylar çıktı, gidiyorum, geliyorum "Ya kardeşim sen bunu bir daha oku" diyor. Dışarıdan yayınlar buluyorum, Harvard Üniversitesi'nden bunların soytarılıklarına dair makaleler getirttim, önüne koydum. Ünlü doktorların bunların şarlatan olduğuna dair açıklamalarını gösterdim bana mısın demiyor. Tıkandık kaldık.

FM: Ciddi ciddi inanmış mı ?

N.Tavlaş: İnanmak ne kelime ya. Gittim yine bir Cumartesi günü İstanbul'a. Birleşmiş Milletler'de çalışıyorum ya ancak tatil günleri, izin günlerimde gidip gelebiliyorum. Yardımcısı Fatih; "Nezih Bey, Ara Güler yukarıyı sizin için hazırlattı, bekliyor" dedi. O yukarı denilen yer de, eskiden ofis olarak kullandığı ve benim bir türlü çıkartmayı başaramadığım yer. O güne kadar yok hava soğuk yok hava sıcak diye merdiven çıkmamak için binbir bahane uydurduğu yer. Bir de baktım her kata bir sandalye konulmuş dinlene dinlene çıktık yukarıya. Amanın! Açtırmış projeksiyon cihazını, dialar dizilmiş, perdeler çekilmiş. "Hayırdır abi" dedim "Ses etme otur da bak şimdi" deyip başladı bıçaksız ameliyatlarda çektiği fotoğrafları göstermeye. "Bak, dikkatli bak" diyor. Yok abi bakıyorum bakıyorum, adam elinde tavuk ciğeri gibi bir şeyi sıkıyor ondan kan çıkıyor. Ya diyorum "Görmüyor musun adamın elinde bir şey var. İnsanın karnı delinse nasıl öyle hemen kaybolur izi". "İşte hüner orada zaten" diyor. Sonra ışık açıldı. "Kusura bakma da ben hala inanmıyorum" deyince bozuldu ama o konu bir daha da açılmadı.

FM: Sağlığına dikkat ediyor mu?

N.Tavlaş: Tabi çok dikkat ediyor. Kesinlikle pis boğaz değil. Yediklerine dikkat ediyor, kaliteli ve sağlıklı besinler tüketiyor. Yaşına göre de son derece sağlıklı, turp gibi maşallah...

FM: Kendisinin sıkıldığı ve yeter artık kardeşim dediği bir an oldu mu? Size "Enayi misin ne yapacaksın benim hayatımı yazıp" demedi mi?

N.Tavlaş: Demez olur mu ? Aynen birebir kullandı bu cümleyi hem de kaç kez. Ama ben orada şunu hissettim ve bizim aramızdaki bağlantıyı da o sağladı; Ben ona tamamen hesapsız kitapsız yaklaştım. Hiçbir beklentim de yoktu. Ne kitaptan bir beklentim vardı –ki zaten geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne bağışladım- benim ünlü olmak gibi bir derdim de yok, onun zaten böyle bir şeye hiç ihtiyacı yok ancak ben şunu içimde hissettim ve bunu yapmam gerektiğini anladım. Bu adam bir değer, gerçekten çok değerli bir varlık. Bu adam, her yerde ismiyle, cismiyle, eserleriyle Türkiye'yi temsil ediyor ve bu adamı Türkiye'de kimse tanımıyor ya. Tanımıyor derken şu anlamda söylüyorum. Tabiki Ara Güler tanınıyor. Bulunduğu noktaya şans ya da bir raslantı sonucu gelmediğini göstermek istedim. Hayatında inanılmaz meşakatli bir süreç var. Yılmamış, bilmem ne yapmamış, çatır çatır çalışmış bunun bilinmesi gerekiyor. Yoksa ne onun yeteneğini sorgulamak bizim haddimiz, ne fotoğraflarına söz etmemiz haddimiz. Ne Ermeniliği beni ilgilendirdi kardeşim, mesela çok ilginç bir şey var; kitabın sonlarına doğru dedim ki "Benim ailemi Ermeni çeteleri öldürmüş, senin ailen de Ermeni tehciri sırasında yok olmuş" bir gün konuştuk mu bunu? Yok abi ne konuşacağım bizim işimiz değil ki bu.

FM: Sonradan kendisi de önemsemiş çalışmayı değil mi ?

N.Tavlaş: Herkese "Benim biyograficim Nezih'tir, tanışın" falan diyor. Jürilere, tanıtımlara, kokteyllere, her yere beraber gitmeye başladık. Ben her yerde her an kayıttayım, hani yemeğini yemeyen çocukların arıza anneleri bir ellerinde kase bir ellerinde kaşık koşturup en ufak fırsatta sokuştururlar ya ben de aynen öyle soruları araba, şarküteri, vapur, kokteyl mokteyl hiç takmadan soruyordum. O da kendince birilerinin duymasını istediği hoşuna giden anıları oluyor soruyor bana "Bunu koymuşmuyduk kitaba" "Tabii abi onsuz olur mu ya" diyorum, çok hoşuna gidiyor. Sonra arkada biriken kaynakçayı gördükçe herkese onu anlatmaya başladı, mesela bir hikaye anlatırken bana dönüp "Ne zamandı o olay" diyor. Ben de işte "1954 yılıydı" diyorum. Keyifle "O benim hakkımdaki her şeyi bilir" diyor.

Hatta bunun Magnumcuları gelmeye başladı; Koudelka, Bruno Barbey'e filan "Benim biyograficim" diye tanıtıyor. Onun da mutlu olduğunu ben hissettim, işte o zaman benim de hayalim gerçekleşmiş oldu. Mesela bunu bana kendi çok zorlukla söyledi ama "Ulan amma Ara Güler seven varmış be" dedi. Kitaptan sonra oldu bu. Hakediyordu zaten bunu. Şimdi Ara Bey'in türdeşleri var tamam mı? Aynı dönemler olmasa da Cartier Bresson, Robert Capa vs... Hepsinin kitapları var. Anlatmışlar adamları ama Ara Güler'i anlatan kitap yok. Daha doğrusu buraya nasıl geldiğini anlatan kitap yok. Yaşamının taçlandığı bir dönemde artık böyle bir eseri ve saygıyı görmesini istedim.

FM: Röportaj esnasında tebessüme neden olan anlar olmuş...

N.Tavlaş: Biz konuşurken küfür kıyamet espriler gırla gittiği için çevremizdekiler hep yerlere yatarlardı ama asıl komedi neydi biliyor musun; kitap piyasaya çıktı. Baktım kitabı imzalamaya başladı. "Abi dedim kitap benim kitabım, sen niye imzalıyorsun" Ama çok hoşuma gidiyor tabi. Ben ortalarda görünmüyorum ya. Kitabın tanıtım toplantısına gelen gazeteciler ya da kitabı alıp imzalatmak isteyen okurlar soruyor bana. "Nezih Tavlaş nerede" diye. Ben de diyorum "Aşağıya indi, az önce buradaydı vs". Sevmem öyle fotoğrafım çıksın, ismim çıksın. Ama o kadar çok hoşuma gitti ki kitabı benimseyip imzalaması, sağa sola göndermesi. Birgün birine kitap imzalıyorum, O da yanımda, tam imzayı atacağım anda dedi ki "Oğlum bilmiyorsun, orası imzalanmaz ver şunu bana" deyip kitabı elimden aldı ve kendi imza attı iyi mi ?

FM: Türkiye'nin yetiştirdiği aydınlara baktığımız zaman genelde Ara Güler'in kuşağındaki insanları görüyoruz. Ara Güler'e bakıyoruz; edebiyat, tiyatro, sinema her şeye bir hakimiyet, belli bir birikim var. Foto muhabiri sadece fotoğraf mı çeker?

N.Tavlaş: Ben bu konuda foto muhabirlerini suçlamıyorum. Öyle bir baskı var ki üzerlerinde, ya da öyle bir kuşatma altındalar ki. En önemlisi ekonomik imkansızlıklar. Ara Güler şanslıymış bu konuda. Bir foto muhabiri ailesini geçindirmek zorunda, kendini geçindirmek zorunda. Alınan ücretler ortada, işten atılır mıyım atılmaz mıyım kaygısı vs... Temel fark bu. Bunu kimse görmek istemez, konuşmak istemez ama böyle bir realite var; Fotoğraf zengin işidir. Bunu hiç kimse söylemez. Ara Güler gidip Charlie Chapline' in kapısında 3 gün yatabiliyor abi. Ortada bir azim var ama sonuçta zengin işi bu. O bunun böyle telaffuz edilmesinden dehşet rahatsız oluyor ama gerçek bu. Dünyanın diğer ülkelerinde foto muhabirleri çok iyi ücretler alıyor bizde böyle bir şey yok. Yani ben hatırlıyorum, fotoğrafın altına imzanın 10 senelik bir geçmişi var.

Foto muhabiri kavramı bile bizde çok yeni. Mesleğin gerekli saygıyı görebilmesi için foto muhabirlerinden bireysel çabalar beklemek doğru değil. Ancak bu anlayışın kırılacağına da inanıyorum. Kırılacak çünkü derneğinizin yayınları, eğitim çalışmaları, dışarı ile yapılan işbirlikleri, dışarıya yapılacak geziler ülkemizde ağırlanan yabancı meslektaşlar bu çemberin daha da genişlemesine yardımcı olacak. İnsanlar kendini geliştirsin Ara Güler olsun, bu olamaz. Onun elindeki olanaklar dünya üzerinde kaç kişinin önüne çıkar, kaç kişi bu şansı yakalar? Ancak çoğu noktada da şansını kendisi yaratmış. Bir foto muhabirinde olması gereken en önemli unsurlardan biri sebat, bu Ara Güler'de yüzde 2 bin boyutunda. Bir şeyi almaya karar verdiyse alıyor. Sen niye alamazsın? Çünkü seni para kısıtlar, zaman kısıtlar geri çekilmek zorunda kalırsın. O bir yere çıkarma yaptığında onu alana kadar, elde edene kadar orada duruyor. Ağzından giriyor burnundan çıkıyor... Asıl önemlisi kendini çok iyi yetiştirmiş bazen öyle cümleler kurar ki en değme felsefeci yanında teyyare kalır yani.



FM: Bir foto muhabiri olarak her zaman nerede duracağına biliyormuş galiba...

N.Tavlaş: Ya Allah aşkına Cannes' da 300 tane gazeteci Sophia Loren'i otelin kapısında beklerken, o smokinini giyip asansörün içinde bekliyor ve içeri buyur edip sohbet ediyor, sanki film ekibinden gibi sorular soruyor ve yatak odasında fotoğraflarını çekiyor. Şimdi bu biraz da akıllara zarar bir planlamanın sonucudur. Mesela kapıda bulunan gazetecilerin fotoğraflarına baksan muhtemelen hepsi birbirinin aynısıdır. Adam o sırada oradan bütün dünyanın en sayılı dergilerine çektiği o fotoğraflarla kapak oluyor. Herkes bir yerde birikmişken o gidiyor oranın tepesine çıkıyor. Churchill'i öyle çekiyor mesela. Bu farklı açılardan bakabilme yeteneği bir foto muhabirini diğerlerinden ayırır.

Bir de Ara Güler'in stili anlık değil. O röportajcı. Bizde karşılıklı yapılan görüşme-söyleşi zannediliyor bu iş. Türkçe'deki karşılığından kaynaklanan bir yanlış algılamadır bu.

Röportaj; pılını pırtını toplayıp bir yere gidip, atıyorum işte pamuk işçilerinin yanında 10 gün kalmaktır, ya da balıkçılarla Karadeniz'e açılıp onlarla yaşayıp avlanmaktır. Eğer takoz değilsen röportajdan kötü fotoğraf asla çıkmaz abicim. Ama bizde bunun değeri önemi anlaşılmıyor. Yazı işlerindeki aymazlıklar işte, oraya bunu koyayım, Zirve, YAŞ toplantısı, Köşkten çıkan bir resmi plakalı araç vs... Sayfa olsun bitsin. Artık yeter bitmiş bu işler, bu anlayış kalkmış artık dünyada. O fotoğrafı koysan ne olur, koymasan ne olur, bunlar bir gazeteye bir şey kaybettirmez. Kimse üzerine alınmasın, ben Ara Bey'den gözlemlediklerimi aktarıyorum. Bu zihniyetin kırılabilmesi için sizin üyelerinizin, foto muhabirlerinin röportaja çıkması gerekiyor. Bu insanı zenginleştiren bir unsur.

FM: Hapisten çıkan Nazım Hikmet röportajında, dönemin Türkiye şartlarından çekindiği için, çektiği Nazım fotoğraflarını yakmış. Avrupada yayınlanmış röportaj ancak elinde negatif kalmamış. Bunun pişmanlığından bahsetti mi hiç?

N.Tavlaş: Ya şimdi onun anmak istemediği durumlardan biri. Bu onun suçu da değil. Defalarca söyledim ona "Olabilir bu gayet insani bir refleks" diye. İnanılmaz bir siyasi baskı var üzerlerinde, ne olacağı belli olmayan bir sürü iş başına gelebilir. Ortadan kaldırabilirler seni Sabahattin Ali örneği gibi. O günün koşullarında o da bunları görerek korkmuş. Bulunduğun noktada bunu itiraf edebilmek de zor, girmemeyi tercih etti bu konulara. Ama şöyle bir şey var, korkmuş da durmuş mu hayır. Bu fotoğrafları İtalya'ya göndermiş mesela orada yayınlanmış. Ama fotoğraflar kitap halinde duruyor elinde. Elindeki tek Nazım'lar onlar.

FM: Oldukça zengin bir arşive sahip, ama bir o kadar da karışık. Siz de gördünüz, sonuçta orada bir tarih var. Ne yapmayı düşünüyor arşivini?

N.Tavlaş: Hani sen birşeylerin yerini bilirsin, aradığında bulursun ancak hiçbir sistematiği yoktur ya aynen böyle bir arşiv bu. Benim anladığım kadarıyla çok da telafuz etmek istemiyor ama Cartier Bresson'un arşivini görünce koyvermiş O da. Bresson'un arşivi de böyleymiş, orada burada, kutularda vs... Gözlerimle gördüm 1 milyonun üzerinde fotoğraf karesi var arşivinde ama şu an piyasada 300 ya da 400 kare fotoğrafı dolaşıyor ancak. Kafasına yazmış bu fotoğraflar güzel diyor sürekli aynılarını seçiyor. Bir gün büyük bir albüm baskısı hazırlığı var beraber gittik fotoğraf seçiyor. İnanılmaz fotoğraflar var. Ya dedim ki "Abicim ne yapıyorsun yine aynılarını seçiyorsun, şu insanlara bir güzellik yap, birkaç kare alalım bari farklı olarak" Hık mık etti, baktı göz ucuyla bir bana bir de fotoğraflara, sonra baktım gösterdiğim kareleri almış kitaba. Benim tahmin ettiğim Magnumcuların beğendiklerinden oluşan fotoğraflar onun zihninde değer kazanmış. Bilmiyorum ama eğer arşivinin düzenlenmesine, eserlerin bakım garantisine ikna edilirse arşivinin Türkiye Cumhuriyeti'nin bir zenginliği, hazinesi olacağına inanıyorum.

FM: Türkiye'deki basına bakışı nasıl? Köşe yazarlarına çok kızdığını biliyorum örneğin.

N.Tavlaş: Bazen çok hoş şeyler oluyor, umutlanıyor. Mesela bir fotoğraf görüyor, çok beğeniyor ancak çok da ifade etmek istemiyor. Hani bazı insanlar yaptığı yemeğin tarifini verir bazıları da vermez ya, ben Ara Güler'i böyle görüyorum. Kendince haklı nedenleri de var. Zamanında çok suistimal edilmiş. Bir kaç ismi beğendiğini falan söylemiş, bu isimler sağda solda çıkar sağlamaya çalışmışlar vs... Başı ağrımış yani. Bu nedenle çok da fazla tercih etmiyor bunu birilerine anlatmayı, övgüler dizmeyi. Asistanı yok mesela en basitinden.Yani hayal kırıklığına uğratılmış. Benim tahminim şöyle düşünüyor; Ben şimdi bu adama vize vereceğim, bunu kullanarak sağda solda bir şeyler yapacak –ki yapmışlar- bu yüzden ben kimseye el vermem diyor.

FM: Yanına gelen amatör fotoğrafçılar, ya da güzel sanatlar öğrencileri oluyor mu, kendi çalışmalarını gösteriyorlar mı Ara Güler'?

N.Tavlaş: Çok genç geliyor ama ona fotoğraf göstermek cesaret ister. Bir gün olsun birilerine "Eline sağlık güzel fotoğraf" dediğini duymadım. Tanıştığımız andan itibaren sürekli fotoğraflarını çekiyorum, başlarda "Ne çekiyorsun ya?" filan diyordu sonra bana daha önceden çekilmiş fotoğraflarını getirmeye başladı. Dedim "Abi bunlar ne ? Ben seni kendim çekmek istiyorum. Senin burada çekilmiş fotoğrafların olduğunu biliyorum. Nikos çekmiş yok efendim. Bresson çekmiş bana ne ya. Ben senin çekilmiş fotoğraflarının dışında bir şeylerini fotoğraflamak istiyorum. Mesela uçak korkusuna nazire olsun diye havalanına götürüp çektiğim o fotoğrafında çarpıldı. Görünce fotoğrafı heyecanlandı, kadrajını kendisi yaptı, çektiğim diğerlerini (yol ortasında koltukta gazete okurken fotoğrafı) de ayırdı, baskılar aldı, sağa sola verdi. Beğendi yani ama tabii ki bana beğendiğini söylemedi. Masada oturmuş çektiğim fotoğraflarına bakıyoruz, Fotoğrafevi'nden Umut'a (Sülün) "Bu herifin fotoğraf gözü ortalıkta fotoğrafçıyım diye dolaşan birçoğundan daha iyi" diye cümle ettiğini duydum ve hemen sordum "Kimmiş o?" diye "Kimse değildir" dedi ama Umut sonradan Ara Bey'in bu sözleri benim için söylediğini anlattı, uçtum havalara tabii, benim gibi bir fotoğraf amatörü için üstattan -yüzüme karşı söylemese de, böyle bir yorum almış olmak dünyalara değer...

FM: Bundan sonra bu tarz biyografileri çalışmaya devam edecek misiniz? Mesela bir Yaşar Kemal hayatı?

N.Tavlaş: Buradaki espri Ara Güler gibi renkli bir hayatı bulabileceğimi hiç düşünmüyorum. Yani kimseyi küçümsemek için söylemiyorum haddim değil ama Ara Güler inanılmaz renkli, inanılmaz komik, hayatı da komik kendi de komik, çok akıllı bir adam, yaşadığı her şeyi kendi kendine küçük küçük senaryolarla dolu. Devam edecekse böyle bir yaşam olmalı aksi taktirde bir anlamı olmaz...Ayrıca karşına alacağın kişinin saklayacak bir şeyleri olmamalı. Ara Bey bazen; "Nerden buldun ulan bunu" falan derdi. Eğer kompleksli biri olsaydı bunların hiçbiri çıkmazdı. O yüzden de keyifli oldu. Bak bakalım etrafına nereden bulacaksın böyle komplekssiz adamı ? Şimdilerde Rahmi Koç ile yazışıyoruz, ortalıkta bir biyografi enflasyonu olduğuna inanıyor -ki haklı, o yüzden biraz çekimser eğer ikna edebilirsem onun hayatını yazmak isterim.

FM: Ara Güler fotoğraf etiğine nasıl bakıyor?

N.Tavlaş: Ne etiği ya, bir foto muhabiri olarak bu konuda çok gözü karaymış. Yani asılan bir adamın yüzü görünmüyor diye gidip bacağından tutup çevirip kendine bakmasını sağlayacak kadar gözü kara. O tür hikayeleri anlattığında benim tüylerim diken diken olmuştu. Sen şimdi gazetecilik yaparak yazılmayan bölüme geldin, o atlanan yerlerde bunlar vardı işte, ama bunları hep gazetecilik için yapmış.Hani bizde anlatılır durulur ya Berat Abi'nin torbanın içinde kesik insan başı gibi şehir efsaneleri işte bu anlatılanları kendisinden dinleyince şaşkına döndüm...

FM: Sonuç olarak güzel bir eser çıktı ortaya, sizin bu çalışma ile ilgili düşünceleriniz nedir?

N.Tavlaş: Çok sıkıntılı olduğu dönemlerde yaptık biz bu çalışmayı. Eşi rahmetli Suna Hanım, kanser tedavisi görüyor hastanede, geliyoruz gidiyoruz sürekli mutsuz, endişe içinde. O dönemlerde ben hep onu alıp alıp o hüzünlü ortamın dışına çıkardığım için o da sarıldı bu işe. İnanılmaz işbirliği yaptı benimle aslında çözüldü hiç kimseye yapmadığını yapıp, gönlünü, arşivini açtı. Mektuplarını, çalışmalarını, defterlerini, o güne kadar kimseyle paylaşmadıklarını herşeyini benimle paylaştı. Bir sürü insan hakkında da inanılmaz şeyler anlattı bana konuştuk, dinledim vs... Yazdıklarım kadar yazmadıklarım var ama sonuçta sevdi, beğendi kitabı, benim için en önemlisi sahiplendi.

Hayatının bu döneminde insanların onu yeniden kucaklaması, hak ettiği sevgi ve itibarı görmesi benim en büyük hasletimdi. Bir yandan da oğluma, "Böyle büyük bir insanla çalıştım" diyebilmek. Yani bu adam kendini foto muhabiri olarak bütün aleme kabul ettirmiş. Dünyanın sayılı foto muhabirlerinden biri. Geçen hafta Londra'da kitapçıda dünyanın en baba foto muhabirlerinin kitaplarının arasında Ara Bey'in kitabını da gördüm. Bir Türk olarak ben bundan gurur duydum. Bu adam bizden, bizi temsil ediyor ve tabiî ki hak ettiği yere gelmesi gerekiyor. Herkesin böyle bir foto muhabirinin gerçekten neler yaşayıp neler gördüğünü bilmesi gerekiyor. Aslında foto muhabirliği çok büyük iş anladın mı? Ben bunu kimseye anlatamadım, sizin arkadaşlarınıza da anlatamadım. Herkes sizin objektiflerinizden görüyor dünyayı üstelik dünyanın en güzel, en keyifli, en etkili mesleklerinden birini icra ediyorsunuz ama kusura bakmayın da çoğunuz bunun farkında bile değil...