27 Şubat 2013 Çarşamba

TÜRK FOTO MUHABİRLERİNİN DÜNYA GÖZÜYLE GÖRDÜKLERİ



söyleşi:Raşit AYDOĞAN
YABANCI AJANSLARDA ÇALIŞAN TÜRK FOTO MUHABİRLERİ

Reuters Türkiye Şefi Murad Sezer ve Foto Muhabiri Ümit Bektaş


Ölümün maskot gibi namlu uçlarında salınarak kol gezdiği savaş bölgelerinde, depremle birlikte gelen yıkıntıların arasında kimi zaman çürümüş cesetleri kimi zaman da kurtarılmayı bekleyen yaralıları kendi gözleriyle dünyaya servis yapmak adına vizörlerine hapsettiler. Yeri geldi uluslararası spor organizasyonlarında şampiyonların güzel anları dondurdular yeri geldi insanlığın utanç duyduğu anları kanları donarak görüntülediler. Tarih içerisinde yer alan insanoğlunun zihnine kazıdılar o anları. Sevemediler bir çocuğun ölümünü bir annenin feryadını fotoğraflamayı ancak; çok sevdiler foto muhabiri olmayı…

Yıllarca ulusal medyada çalıştınız, şimdi Reuters’te görev yapıyorsunuz. Türk ulusal medyası ile yabancı ajansların çalışma disiplinlerini karşılaştırır mısınız? Dünya gündemine yaklaşımları açısından refleksleri sizin gözünüzde nasıl?
 

M.S. - Uluslararası ajans çalışanları olarak Türkiye değil de dünya gündemini dikkate alıyoruz. Bizlerin bu pozisyonlarda bulunmamızın asil amacı Türkiye’den dünya gündemini ilgilendiren haber ve fotoğraflar üretmek. Ulusal basın için önemli sayılan birçok gündem maddesi, örneğin siyasi partiler arası gerilimler, sporda iç transferler bizlerin ilgisini çekmiyor. Ulusal basına oranla haber konularında daha seçiciyiz.Bu da bizlerin o haberlere daha iyi odaklanmamızı sağlıyor.
fotoğraf:Murad Sezer
  Ü.B. -  Yabancı ajansların gündemleriyle ulusal yayın kuruluşlarının gündemi kimi zaman örtüşüp çakışsa da göz ardı edilemeyecek temel farklılık uluslar arası ajansların gündemlerinin her zaman daha rafine ama daha çok büyük haberlere endeksli ve her ülkeden abonenin ilgisini çekebilecek nitelikte olmasıdır. Rekabet hep gündemde olduğu için habere gösterilen refleks her daim canlı ve hızlı olmak zorundadır. Çalışma koşulları oldukça düzgün ancak çalışma disiplini tavizsiz ve yüksektir. Reuters’te fotoğrafçılık etiğine verilen önem saygı duyulacak oranda yüksek, fotoğrafçılık mesleğine atfedilen değer de en üst seviyededir. Fotoğrafın teknik gerekliliği de Reuters için olmazsa olmazlar arasındadır ve ajansın servise koyduğu tüm fotoğraflar belli bir standardın altına asla düşemez.
Bir diğer getirisi ise kendi kendinizin patronu sıfatıyla kendi iş gündeminizi kendiniz belirlediğiniz için yüksek düzeyde iş disiplinine sahip olmayı gerektirmesidir.

 Savaşlarda, doğal afetlerde çeşitli ülkelerde fotoğraflar çektiniz. Gündelik yaşamda çoğu insanın tanık olamayacağı atmosferlerde soludunuz. Bir an için lanet olsun dediğiniz an oldu mu?

           M.S -  Çok yorulduğum, yıldığım, korktuğum anlar oldu ama hiçbir zaman yaptığım işe lanet  etmedim. Ancak savaş ve çatışma ortamlarında insanların yaşadıklarını gördüğümde hayata, insanlığa “uygarlığa” lanet ettiğim çok oldu.

     Ü.B  -  50 den fazla ülkede fotoğraf çektim.Sırf bu kadar çok ülkeye gitmiş olmak dahi benim mesleğime olan sevgimi baki kılıyor. Zaman zaman yorulduğumda ‘lanet olsun’ diyerek söylendiğim olsa da önüme çıkan yeni bir kare beni yeni bir maceraya sürükleyiveriyor ve her yeni macera beni işime bir kez daha bağlıyor, adeta şarj ediyor. İnsanoğlu hangi işi yapıyor olursa olsun hep aynı şeyi yapa geldiğinde bir süre sonra yorulabilir. Fotoğrafçının şansı işinde karşısına onu motive edecek şeylerin diğer mesleklere kıyasla daha çok çıkmasıdır. Sonuçta ne kadar lanet olsun desem de onca yıl sonra dahi yaparken hala zevk aldığım, hala yeni insanlar tanımama vesile olan, hala yeni yerler görmemi sağlayan, tarihin yazılışına yakından tanıklık etmeme olanak veren mesleğim benim için vazgeçilmezdir. 

fotoğraf: Ümit BEKTAŞ
 Ölüme çok yaklaştığınız bir an var mı? Sanırım buraya kadarmış dediğiniz bir an olduysa bizimle paylaşır mısınız?

          M.S -   “Son”a çok yaklaştığım olmadı ama ölümün nefesini birçok kez ensemde hissettiğim oldu.Irak Felluce’ de ABD askerlerine ilişik katıldığım bir operasyonda çok ciddi bir direnişle karşılaştık. ABD askerleri ile birlikte kurşun yağmurundan kaçarken  o an vurulsam ya da ayağım burkulsa da kaçamasam sonum ne olur diye düşünmüştüm.

    Ü.B -   İliştirilmiş gazeteci olarak Amerikan ordusuyla gittiğim Irak’ta beraber hareket ettiğim askeri birliğe yapılan saldırılar sırasında herkes kadar ben de hayati tehlikeyi yaşadım ama buraya kadar dediğim an ne Irak’ta ne de daha önce görev yaptığım Cezayir’de, Belgrad’ta ya da Bosna’da yaşandı.
          Benim için bu an özel vizeyle bir seminer için gittiğim Kıbrıs Rum Kesimi’nde bir sohbet sırasında yaşanan bir yanlış anlamanın sonucu gerçekleşmiştir. Olayın yaşandığı mekandan sağduyulu Rumların ikazıyla derhal ayrılmış ve saatlerce otel odamdan dışarı çıkmamıştım. Sığınabileceği hiç kimse ya da hiçbir kurum olmadığını düşünmek insanda depresif ve umutsuz bir hal yaratıyor.

 Biraz kendi çalışma disiplininizden söz eder misiniz?Ben böyleyim bunlar benim ilkelerim ve taviz vermem dediğiniz olgular nelerdir?

          M.S -    Bu sorunuzu kısaca “önce insanım sonra gazeteci” diye yanıtlayabilirim. Benim için kendi işimde ve haberde doğruluk – dürüstlük ön planda gelir. 
     
                                                                                        fotoğraf:Murad SEZER                                                                   
  Ü.B -   Çalışma disiplinimin çok yüksek olduğuna inanıyorum. Biz ajans fotoğrafçılarını diğer fotoğrafçılardan ayıran özelliklerden biri de bize yapmamız gerekenleri bir bir sıralayan istihbarat şeflerinin olmayışıdır. Bu yüzden hep tetikte olup asla rehavete kapılmamız gerekir. Bu dinamizmi de disiplin sağlar.
Mesleğimi yaparken etik kurallardan asla taviz vermem. Mesela birçok fotoğrafçı arkadaşımın olağanlaştırmaya çalışmasının aksine asla başkasının fotoğrafına imza atmam. Satın aldığımız fotoğrafların ücretlerinin ödenmesi konusunda Reuters’in hassasiyeti benim bu konuda ki hassasiyetimi tamamlar. Fotoğraf bir üründür ve bu ürünün bir değeri vardır. Değeri üreten emeğe saygı göstermek temel ahlaki koşul olmalıdır. 
İyi insan, adam gibi adam imajımı iyi fotoğraf çekmek için feda etmem.
  
Reuters ile bağlantınız nasıl oldu,ne zaman başladınız?Yabancı ajanslar arasındaki rekabet ile ulusal yayın kuruluşları arasındaki rekabet sizce ne ölçüde kıyaslanabilir?

          M.S -    Fatih Sarıbaş’ın Reuters’ten ayrılıp HaberTürk Gazetesi’ne fotoğraf editörü olması ile boşalan pozisyon için teklif aldım ve kabul ettim. 2009 yılı Nisan ayından beri Reuters’te çalışmaktayım.

Haberciliğin olduğu her alanda vahşi bir rekabet var. Ancak uluslararası medyada rekabetin daha düzeyli olduğunu söyleyebilirim. Her kurum gücü oranında piyasada mücadele ediyor.Özellikle haber ajanslarının dünya kupası, olimpiyat gibi büyük organizasyonlarda ortak faydaları gereği işbirliği bile yaptıkları oluyor. Kurum ve hükümetlerden gelen sansür vb baskılara da ortak tavır almaktan çekinmiyorlar.
  
    Ü.B -   Ben ulusal yayın kuruluşlarının fotoğrafla ilişkisinde rekabetçi hiç bir unsur göremiyorum. Özellikle ulusal gazetelerin fotoğraf kullanımı son derece çağdışı ve evrensel kalite kriterlerinden çok uzak. Bu genel olumsuzluk ezberini bir tek Zaman Gazetesi bozuyor. Hal böyle olunca uluslar arası ajansların rekabet ölçütleriyle ulusal yayınları kıyaslamak imkansız.
 fotoğraf:Ümit BEKTAŞ

 Birkaç kez haber olarak da karşımıza çıktı.”Yabancı ajans çalışanları ülkelerinin olumsuzluk sergileyen görüntülerini dünyaya servis yapıyorlar” şeklinde. Bu tarz yaklaşımlar sizleri ne derecede etkiliyor.Ülke içerisinde çalıştığınız alanlarda vatandaşlar sizlere tepki ile yaklaşıyor mu?

          M.S -     Yıllardır beni en çok rahatsız eden, fotoğraflarımızın “ x ajansı Türkiye’yi dünyaya böyle tanıttı, şu-bu haberi x ajansı dünyaya böyle duyurdu.”  başlıkları ile gazetelerde yer alması.
Bizler politik olayların yanı sıra Türkiye’den abonelerimize spor, hava durumu, doğa ve özel foto röportajlar da gönderiyoruz. Ancak bunların çok azı imzamızla gazetelerde ya da internet medyasında yer buluyor. Zaman zaman x ajansının x muhabiri Türkiye hakkında bunları yazdı diyerek hedef bile gösterildiğimiz oluyor. Bunun sonucunda da bizler hakaret ve tehdit içeren mesaj ve telefonlara maruz kalıyoruz. Kendi adıma şunu belirtmek isterim ki, ben turizm elcisi değil gazeteciyim. Görevim “doğru” haber yapmak “güzel” tanıtım ya da propaganda yapmak değil. Türbanlı, çarşaflı  kadın fotoğrafları yerel medyanın en sevdiği malzeme. İslam-politika eksenli haberler için çektiğimiz fotoğraflarda türbanlı kadınların yer almasını ben nedense çok garip bulmuyorum aksine haberin bir unsuru olarak düşünüyorum. Uluslararası ajanslarda görev yapan hiçbir arkadaşım bugüne kadar bir kadına çarşaf, türban ya da bikini giydirip düzmece haber yapmadı ya da fotoğrafını çekmedi.
Arap turistleri fotoğraflayıp altına Türkiyeli diye de yazıldığına hiç tanık olmadım. Giyimleri ve düşünceleri ne olursa olsun, fotoğraf karelerimize giren insanlar bu ülkenin insanları. 
                                                                 fotoğraf:Murad SEZER
 Ü.B -    Ne benim ne de başka bir arkadaşımın böyle bir çabası hiç bir zaman hiçbir koşulda olmamıştır olamaz. Fotoğraf gerçeğin belgesidir, içerdiği gerçek çarpıtılmaya kapalıdır. Bazı fotoğrafların bazılarının hoşuna gitmemesi onu yok saymamız, kötülememiz gerektiği anlamına gelmez. Fotoğrafçı gördüğünü başkalarına aktarırken kimilerini memnun edebilir kimilerini de mutsuz. Mutsuz olanların fotoğrafçıya böyle bir ithamda bulunması tek kelimeyle ayıptır çünkü biz ülkemizi herkes kadar çok hatta birçoğundan daha çok seviyoruz.

 İliştirilmiş (embedded) olarak görev yaptığınız yerler oldu. İliştirilmiş olarak çalışmanın avantajları ve dezavantajları neler sizin gözünüzde?

    M.S -    Bence gazeteci, iliştirilmiş olmayı kabul ederek bir serbest gazeteciden daha fazla risk almış oluyor. Savaşın asıl tehlikesi hedefte olan bir ordu ve hedefteki askerlerle birlikte hareket etmek. Alınan bu büyük riskin karşılığı olarak da diğer meslektaşlarınızın ulaşamadıkları yerlere ulaşıyor ve çok önemli olaylara tanıklık edebiliyorsunuz.

    Ü.B -    İliştirilmiş gazeteci olarak ABD ordusuna bağlı 4.Piyade Tümeni’yle Irak’ı neredeyse boydan boya kat edip üç hafta Tikrit’ te kaldım. Bir fotoğrafçı içi unutulmaz bir deneyim.İliştirilmiş gazetecilik üzerine süregiden tartışmaları bir kenara koyup şunu söyleyebilirim.Ben gazetecilik onuru ve etiğine gölge düşürecek bir yol izlemedim.İliştirilmenin avantajı cephede en ön saflara kadar gidebilmenize olanak tanıması. 
 fotoğraf:Ümit BEKTAŞ
 Türkiye’deki yayıncı kuruluşların fotoğrafa bakış açıları yabancı ajans çalışanı olarak bakış açınızla nasıl? Profesyonelliği ya da daha evrensel nitelikte ürünler ortaya koyabilmek için neler gerekiyor? Foto muhabirine düşen görevler neler?

    M.S -    Bu bakış açısı kesinlikle uluslar arası standartlarda değil. Bir kaç gazete dışında ne yazık ki ülkemizde fotoğraf kullanımı da foto muhabirlerini tatmin edecek düzeyde değil.

          Ü.B -    Yukarıda az çok değindim. Burada  istediğim var olan bakış açısının tamamen değiştirilmesi. Bunun yolu da bence foto muhabirlerini değiştirmekten çok yazı işlerini değiştirmekten geçiyor. Gazetelerin mutfaklarında ürüne şeklini verenler fotoğraftan bir haberlerse, ki kesinlikle öyleler, fotoğrafçıların yapacağı çok da bir şey olmuyor aslında.

Yabancı ajans ya da kurumların çalışanlarının özlük haklarına tam anlamıyla saygı duyduğunu ve haklarını gözettiğini söyleyebilir miyiz?

M.S -   Maaşlarımız sanıldığı kadar yüksek değil ama kendi adıma çalıştığım kurumların sosyal haklarıma saygı duyduğunu söyleyebilirim. Ancak bizlerle çalışan ama sigortalı olmayan arkadaşlarımız da var.Bu da şirket bünyesinde bir kadro ve istihdam sorunu.
                                                                           fotoğraf:Murad SEZER
  Ü.B -   Bu konuda ulusal kuruluşlardan daha iyi durumda olduğumuz söylenebilir.

Bir TFMD üyesi olarak mesleki gelişimin desteklenmesi yönünde önerileriniz nelerdir?

M.S -   Türkiye’deki foto muhabirlerinin en büyük eksiği yabancı dil.FMD, foto muhabiri arkadaşlarımızı teşvik etmek amacıyla yabancı dil eğitimi için öncülük edecek bir çalışma yapabilir.
  
Ü.B -     TFMD’ nin yeni dönemde yakaladığı dinamizmi artırarak sürdürmesini temenni ediyorum. Çok güzel şeyler yapıyorlar ki bu dergi bunun en önemli kanıtı, yapmaya da devam etmeliler. İletişim fakültelerinde haber fotoğrafçılığı eğitimi önemsediğim bir başka konu ancak bugün ki haliyle bu konuda ciddi eksiklikler var. Bir diğer eksiklik ise alanımıza dair yazılı kaynak eserlerin ve bilimsel çalışmaların çok ama çok az olmasıdır.TFMD maddi olanaklarını artırdığında bu konuda üretilmiş eserlerin basılmasını üstlenirse çok yararlı olacaktır.
                       


Murad Sezer,  8 Nisan 2004 yılında Irak’ın Felluce kentinde çektiği bir fotoğrafla gazetecilik alanında oldukça değerli bir ödül olan Pulitzer’e layık görüldü.

PULİTZER ÖDÜLÜ ALAN FOTOĞRAF VE HİKAYESİ

 

Ödüllü fotoğrafın hikayesini Sezer şöyle ifade ediyor:

           Mart ayı sonlarına doğru Felluce kent girişinde dört Amerikalı asker Iraklı direnişçilerce araçlarından çıkartılarak öldürülmüş ve cesetleri bölgede bulunan bir köprüye asılmıştı. Felluce’ deki direnişin de şiddetini bir ölçüde gözler önüne seren bu olay Amerikan askerlerinin demoralize olmasına neden olmuştu.Yaşanan bu olay sonrası Amerikan Deniz Piyadeleri şehri çember altına alıp büyük bir operasyon başlattı.Ben de deniz piyadelerine iliştirilmiş olarak bölgede görev yapıyordum.8 Nisan günü şehre insani yardım getiren Kızılay, Kızılhaç gibi uluslararası yardım kuruluşlarının gelişlerini izlemek üzere bir kontrol noktasına ulaşmaya çalışıyordum.Bağlı bulunduğum birlik beni yardım kuruluşlarının bulunduğu noktaya yakın başka bir birliğe bıraktı. Bulunduğum nokta şehrin girişinde Amerikan askerlerinin yaralılarını tedavi etmek için kurdukları geçici bir sağlık merkeziydi. Savaşın gidişatının kontrolden çıkması nedeniyle oldukça gergin olan Amerikan askerleri beni hiç de iyi karşılamadı ve bulunduğum alanda kesinlikle fotoğraf çekmemem konusunda uyardılar. Şehre giriş yapan yardım ekiplerini görüntülemek için geçici sağlık merkezinden ayrıldım. Üç-dört saat sonra bu merkeze tekrar geri geldim. Fotoğraf makinelerimi bir kenara bırakıp iliştirilmiş olduğum birliğe geri dönebilmek için askeri konvoy beklemeye başladım.Bu sırada bir çok yaralı asker gerekli tedavilerin yapılması için bulunduğum merkeze getiriliyordu.Getirilen askerlerden bir tanesi ölmüştü. Birden diğer askerler ölmüş olan askerin etrafında toplanıp dua etmeye başladılar. Fotoğraf çekip çekmemek konusunda bir ikilem yaşadığım esnada kenarda duran fotoğraf makinemi elime aldım. Askerlere biraz yaklaşıp üç kare fotoğraf çektikten sonra makinemi aldığım yere geri bıraktım. Kimse fotoğraf çektiğimi görmemişti. Ardından bunlardan bir tanesini kadrajlayıp servise verdim. Ertesi gün yani 9 Nisan 2004 Bağdat’ın Amerikan askerlerince düşürülüşünün birinci yıldönümüydü. Onlarca Amerikan gazetesinin birinci sayfasında fotoğraflarla bir yıl önce ve bir yıl sonra haberleri vardı. Bir yanda Bağdat’ta bulunan Saddam Hüseyin heykelinin yıkılış fotoğrafı diğer tarafta benim Felluce’den çekip gönderdiğim bu fotoğraf. İşgalin birinci yıldönümünde bu fotoğraf Irak’ta işlerin yolunda gitmediğinin bir göstergesi olmuştu.

Son olarak Rusya ile Gürcistan arasında yaşanan gerilimle beraber 8 Ağustos 2008 de Rusya’nın Gürcistan topraklarına girmesiyle bölgeye giden foto muhabiri Ümit Bektaş’ ın çektiği tank üzerindeki Rus askerinin yer aldığı fotoğraf, Time Dergisi’ne kapak oldu. Fotoğrafın hikayesini Bektaş’tan dinleyelim:

  
           Gürcistan-Rusya çatışmasının ilk günlerinde bölgede görevlendirilince kara yoluyla Gürcistan’a geçip Rus ordusunun Gürcü topraklarına giriş yaptığı ana yollardan birinin üzerinde bulunan Zugdidi’de çalışmaya başladım. Söz konusu fotoğraf Gürcü topraklarından bilmediği bir nedenle ayrılan Rus askeri konvoyunda bulunan bir tankçının fotoğrafıdır. Geniş bir fotoğraf çekerken fark ettiğim askerin tavrı ve imajı dikkatimi çekince diğer makinemdeki tele objektife sarıldım ve çekmeye başladım. Beni gördüğünde o da yanıt verip elinde sigarayla yumruk yapıp kolunu kaldırınca ortaya Time’a kapak olan fotoğraf çıktı. 


      Murad Sezer Kimdir?

          Murad Sezer, İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünden 1992 yılında mezun oldu. Foto muhabirliğine, üniversitede öğrenciliği sırasında staj yaptığı Tercüman Gazetesi Spor Servisi'nde 1987 yılı sonlarında başladı. 1988 - 1997 yılları arasında sırası ile Tercüman, Meydan ve Milliyet gazetelerinde spor foto muhabirliği yaptı. 1997 yılı Nisan ayında Associated Pres (AP) ile uluslararası ajanslarda çalışmaya başladı. 2009 Nisan ayında da Reuters’te Türkiye fotoğraf servis şefi olarak göreve geldi.
Sezer, AP ajansı adına aralarında Kosova, İsrail-Filistin, Afganistan ve Irak'ın da bulunduğu çatışma ve savaş alanlarında fotoğraflar çekti, Dünya Kupası ve olimpiyat gibi uluslararası spor organizasyonlarını fotoğrafladı. Sezer 2005 yılında Pulitzer ödülüne layık görülen AP' nin Irak ekibi içinde yer alarak önemli bir başarıya imza attı. Murad Sezer evli ve bir kız çocuğu babası.
  

Ümit Bektaş Kimdir?

 1993 yazında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi iken stajyer foto muhabiri olarak  Milliyet Gazetesi’nde çalışmaya başladı ve bu görevini 2004 yılına kadar foto muhabiri olarak sürdürdü. 1999 yılında aylarla ifade edilen kısa süreli Yeni Yüzyıl macerası gazetenin kapatılması ve ayrıldığı Milliyet’e dönmesiyle son buldu. 2004 yılından bu yana Reuters’te meslek yaşamımı sürdürüyor. Gazeteci Yasemin Bektaş’la evli olan Ümit Bektaş’ın Kuzey isimli bir oğlu var.



* Söyleşi Türkiye Foto Muhabirleri Derneği'nin resmi yayın organı "Foto Muhabiri Dergisi" nin 3. sayısında yayınlanmıştır...


 


 

26 Şubat 2013 Salı

SURİYE'DE ÖLDÜRÜLEN GAZETECİLER

AFP ve Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün verilerine göre, Suriye'de ölen gazeteciler şöyle:

-2012-

2 Ocak: Suriyeli Şükrü Ahmed Ratib Ebu Burgol'ün başına, 30 Aralık 2011'de evinden çıktığı sırada kurşun isabet etti. Şam radyosunda görev yapan gazeteci, 2 Ocak'ta hastanede yaşamını yitirdi.

11 Ocak: France 2 kanalının muhabiri Fransız Gilles Jacquier, Humus kentinde bir grup gazetecinin üzerine atılan havan topu mermisi nedeniyle öldü. Gazeteci, 2003 Albert-Londres ödülü sahibiydi.

22 Şubat: Amerikalı Sunday Times muhabiri Marie Colvin ve Fransız IP3 Press ajansının kurucularından foto muhabiri Remy Ochlik, Humus'un Bab-ı Amr bölgesinde basın merkezinin bombalanması sonucu öldü.

14 Temmuz: Iraklı gazeteci Falah Taha Şam'in bir banliyösünde öldü.

3 Ağustos: Suriyeli Muhammed el-Said, Şam'daki evinden kaçırıldı ve öldürüldü. Nusra Cephesi grubu Suriye devlet televizyonu sunucusu Said cinayetini üstlendi.

10 Ağustos: Suriyeli Hatem Ebu Yahya, Şam yakınında bir grup gazeteciyle kaçırıldı. El İhbariye kanalının kameraman asistanı Yahya daha sonra öldürüldü.

11 Ağustos: Suriyeli Ali Abbas, Şam'daki evinde öldürüldü. Abbas, Suriye haber ajansı Sana muhabiriydi.

20 Ağustos: Japon Mika Yamamoto, Halep'teki çatışma sırasında öldü. Yamamoto, Japon haber ajansı Japon Press'te muhabir olarak görev yapıyordu.

22 Ağustos: Suriyeli Musab el-Udullah, Şam'ın güneyindeki evinde öldürüldü. Udullah, Teşrin gazetesi muhabiriydi.

9 Eylül: Suriyeli yapımcı ve serbest gazeteci Tamer el-Avam, Halep'te öldü. Olayları izlemek üzere Suriye'ye gelen Avam, yıllardır Almanya'da yaşıyordu.

16 Eylül: Suriyeli Yusuf Ahmed Deeb, Halep'te Liva el-Fatiha gazetesinin matbaasına düzenlenen hava bombardımanında öldü.

26 Eylül: Suriyeli Maya Nasır, Şam'da öldü. Nasır, İran'ın Press TV televizyonunda muhabirdi.




10 Ekim: Suriyeli Muhammer el-Ekrem, Deyru'z Zor bölgesinde öldü. Ekrem, El İhbariye televizyonu kameramanıydı.

21 Kasım: Suriyeli Basel Tevfik Yusuf, Şam'ın güneyinde öldü. Yusuf, devlet televizyonu muhabiriydi.

4 Aralık: Suriyeli Naci Esad, iş yerine giderken öldü. Esad, Teşrin gazeteci muhabiriydi.

21 Aralık: Suriyeli Haydar el-Sumudi, Şam'ın batısındaki evinin önünde öldü. Sumudi, Suriye devlet televizyonunun kameramanıydı.

 -2013-

4 Ocak: Suriyeli Süheyl Mahmud Ali Halep'te öldü. Ali, rejim yanlısı Dünya televizyonunun muhabiriydi.

17 Ocak: Fransız Yves Debay, Halep'te öldü. Gazeteci Debay, Assaut dergisinin kurucusuydu.

18 Ocak: Suriyeli Muhammed Hurani, Dera bölgesinde öldü. Hurani, El Cezire televizyonunun muhabiriydi.

24 Şubat: Fransız Olivier Voisin, İdlib'de havan topu mermisinin düşmesi sonucu 21 Şubat'ta yaralandı. Ağır yaralanan Voisin, Türkiye'de kaldırıldığı hastanede öldü.

Kaynak : Internethaber

GÖÇÜN ORTA YERİ HÜZÜN



Söyleşi: Raşit AYDOĞAN

Kimi bohçasını kaptı, kimi çeyizini, kimi ise sırtladı yatağını yorganını anavatana doğru. Yavrular bebeğini aldı koltuğunun altına, oğullar ise iki teker yürür bisikletlerini. Kenetlenmiş eller kopamadı konu komşudan, akrabalardan,analardan, bacılardan tren garlarında. İki damla gözyaşı döküldü ahşap bavullara, önce yürekler sonra bavullar çürüdü…


Osmanlı İmparatorluğu’na Sırp Sındığı (1364) Savaşı ile bağlanan Bulgaristan, 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı sonucu iç işlerinde bağımsız ve 1908 yılında ise tam bağımsızlığını ilan etmişti. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ile birlikte yeni tarihsel süreç, kendi sıkıntılarını da beraberinde getirdi. Bu büyük sorunun adı “Türk Nüfusu” idi. 1968 yılında Türkiye – Bulgaristan Göç Antlaşması ile Bulgaristan’da yaşayan Türkler anavatana kabul edildi. Bu süreci 1989 yılında Bulgaristan lideri Todor Jivkov’un Türkleri sindirme politikası ile başlayan bir diğer göç dalgası takip etti.



O dönemde gazetecilik yapan Behiç Günalan 1989 Bulgaristan Göçü’nü fotoğrafladı. Fotoğraflarını tozlu raflardan indirip “Göçün Orta Yeri Hüzün” isimli bir sergi açarak genç kuşakların paylaşımına sundu. Göç fotoğraflarını konuştuğumuz Günalan, merak edilen birçok sorunun da yanıtın vermiş oldu.

Fotoğrafların çekildiği dönem ile ilgili kısa bir değerlendirme yapar mısınız?

Fotoğraflar 1989 yılında Bulgaristan’dan zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımızın o yıllarda yaşadıkları dramın ifadesidir. Bu göç dalgasını Türkiye, Bulgaristan’la sınırı olan Edirne ve Kırklareli illerinde karşıladı. Tabi Kapıkule kara ve demiryolu, bu göç hareketliliğinin en yoğun yaşandığı mekanlardı. Bu çalışmada yer alan fotoğraflarda burada çekilmişlerdir.

Ne kadar sürelik zaman dilimini kapsayan bir çalışma?

Zorunlu 1989 yılı göçü mayıs ayı ortalarında, Bulgaristan’dan gönderilen birkaç aile ile ilk işaretini vermişti. Edinilen bilgiler bu göçün birkaç aile ile sınırlı olmayacağı, arkasının geleceği yönündeydi. Bu ilk bilgiler bize abartılı geliyordu ve ciddiye almakta zorlanıyorduk doğrusu…

Mayıs ayı sonrasında içi göç insanlarıyla dolu tren, çığlığını atıp Kapıkule’de perona yanaşınca, durumun ciddiyeti anlaşılmaya başlandı. Bu ilk trenden sonra göç hızını Temmuz ayı sonlarına kadar kesmedi. Bu süre içinde yaklaşık 350 bin soydaşımız Türkiye’ye göç etti.

O zamandan bugüne değişenler sizin gözünüzde nelerdir?

Şöyle geriye dönüp baktığınızda rüya gibi geliyor. O günden bu yana çok şey değişti. Birincisi ve en önemlisi Bulgaristan sınırı Türkiye’nin en yumuşak karnıydı. Bugünkü Kuzey Irak sınırı kadar risk teşkil etmese de oldukça hassastı. İkincisi bu dönem içinde Bulgaristan AB üyesi oldu. Demokratik Bulgaristan kendi tarihiyle cesaretle yüzleşti. İlk demokratik Cumhurbaşkanı Jelyu Jelev, Bulgaristan’da Türk kökenli yurttaşlara Jivkov döneminde uygulanan asimilasyon politikalarını tarihin en karanlık dönemi olarak niteledi. Bulgaristan sınırı, Türkiye’nin en güvenli sınırı oldu. AB katılın süreci içinde Türkiye, Bulgaristan’dan büyük destek gördü. Zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımıza yurttaşlık hakları yeniden tanındı, hepsi çift pasaport sahibi oldular.

Fotoğrafladığınız öykü içerisinde (göç eden insanlar arasında) arkadaşlarınız ya da yakınlarınız var mıydı? Var ise o anki duygularınız neler oldu?


Göç edenler arasında yakınlarım ve akrabalarım olmadı ama hepsi tanıdıktı; çünkü insandılar. Daha sonra pek çok soydaşımızla kadın erkek çok iyi ahbaplıklar, dostluklar kurdum.

O dönemde kundakta gelen çocuklar 20-22 yaşlarında şimdi. Çoğuyla üniversitelerde karşılaşıyoruz. “ne çabuk büyüdünüz yaa” dediğimde gülüyorlar…

Fotoğraflarda göç eden yetişkinlerin dramının yanı sıra çocukların yaşanılanlardan habersiz bebekleriyle oyun oynamaları dikkat çekiyor ve fotoğraflara güçlü bir anlatım yüklüyorlar. İki farklı kuşak arasında bu farkı bir foto muhabiri gözüyle nasıl değerlendirirsiniz?

 Zorunlu göçe tabi tutulanlar arasında yaşayan Türk azınlığın yaşlıları, hastaları, iş göremezleri öncelikliydi. Jivkov yönetimi bir nüfus arındırması yapıyordu yani. Tabi beu arada çocuklar da zorunlu göçten nasibini almıştı. Yaşlarına göre olaya ve yaşadıklarına ilgileri ve tepkileri değişiyordu. Bazıları işin farkındayken bazılarına ise olanlar oyun gibi geliyordu. Kapıkule’nin gümrük sahası gerek karayolu gerekse demiryoluyla gelenler tarafından tam bir insan seline dönmüştü. Adım atacak yer yoktu. Hiç abartısız çoğu zaman uyuyan insanların üzerinden atlayarak yürüyorduk. Bu insanların üstüne bazen sağanak yağmurlar iniyordu.

 İnanılmaz dramatik görüntüler vardı. Bu arada bazı çocuklar kendi masum dünyalarının hayallerini kurup oyunlar oynuyorlardı. Sergi fotoğraflarımın arasında yer alan bebeğinin saçlarını tarayan çocuk beni olağanüstü etkilemişti. İtiraf edeyim ki o kareyi çekmek için vizörümün arkasından bakarken, gözlerim doldu ve ağladım. Şimdi onun akıbetini National Geographic’in Afgan kızı gibi merak ediyorum. Adını almıştım, habercilik telaşı ve pasaklılığı içinde kaybettim. Umarım hayatında her şey yolunda gidiyordur. Muhtemelen anne olmuş, belki de gerçek bebeğinin saçlarını tarıyordur. Aktif gazeteci olsam bu işin peşine düşerdim.


O yıllarda (Bulgaristan – Türkiye) oluşan milliyetçilik akımları, toplumsal olaylar, halk hareketleri hakkında gözlemleriniz dahilinde bilgi verir misiniz?

Türkiye’de milliyetçilik akımlarını güçlendirmek yönünde olumlu etki yaptığı kuşkusuzdur. Ama benim anlayamadığım bu ırkçılığı Bulgaristan’da sosyalist yönetimin yapmasıdır. Marksist Leninist öğretinin halkların kardeşliği ilkesine göre bu olan biteni nasıl açıklayacağız? Türkiye tarafına gelince yakın tarihin yaşanmış en büyük göç olaylarından biri olmasına karşın, öyle büyük bir milliyetçilik aksiyonu yarattığını söyleyemem. Bu durum Türkiye’nin ideolojik reflekslerinden çok, toplumun geleneklerinde yer alıyor. Yine yakın tarihte Kuzey Irak sınırında peşmerge göçünü, Yugoslavya’daki kanlı katliamlardan sonra Kosova ve Bosna Hersek göçlerini yaşadık. Bütün bu olaylarda bu insanlara kucaklarımız açtık, imkanlarımızı seferber ettik. İşimizi aşımızı paylaştık. Bu refleksi sadece milliyetçilik ideolojisi ile temellendirirsek yanlış iz sürmüş oluruz. Bu 1490’larda İspanya’dan kovulan Yahudileri kabul etmemize kadar uzanan bir gelenektir. Bana göre de, övünülecek bir toplumsal erdemdir.

Göç esnasında hatırladığınız ilginç insan öyküleri var mı?

Her insan başlı başına bir hikaye. Her biri bir roman ya da film senaryosu konusu. Bu göç bir zorunluluktu. Zorunluluk sıfatını ıskalarsak, göçün dehşetini, dramını algılayamayız. Tarlanızda çalışıyorsunuz, bir devlet görevlisi geliyor, ertesi gün ülkeyi terk etmenizi istiyor. Evinizde, fabrikanızda da aynı durum. Üç çocuğun varsa ikisini yanına alıp birini bırakıyorsun. Ailenin babası trenle, ailenin annesi karayoluyla gönderiliyor. Annenizi, babanızı, eşinizi, dostunuzu, kardeşinizi, yakın akrabanızı, yavuklunuzu geride bırakıp, yeni bir dünyaya, sonu bilinmeyen bir hayata gönderiliyorsunuz. Bütün maddi ve manevi birikimlerinizi kaybediyorsunuz. Kökleriniz doğup büyüdüğünüz topraklardan zorla sökülüyor. Böyle bir psikoloji, böyle bir umutsuzluğu, böyle bir  çaresizliği düşünsenize… Her birinin ruhlarını devasa tsunamiler teslim almış. Her birinin gelecekleri, yaşam sevinçleri tuz buz olmuş…

Toplu göçün getirdikleri ve götürdükleri sizin gözünüzde nelerdir?

Eğer ilerleyen yıllarda yaralar sarılmasaydı ve kan kaybı durdurulmasaydı bu göçün götürdükleri ciltlerle anlatılamazdı. Bulgaristan’ın bu zorunlu göç politikasından, Jivkov döneminin kapanmasından sonra vazgeçmesi, soydaşlarımızın istedikleri zaman doğup büyüdükleri topraklara geri dönebilme yolunu açtı. Görüldü ki temelli dönenlerin yanı sıra büyük çoğunluk Türkiye’de kalmaya, çifte yurttaş olmayı tercih etti. Bulgaristan’ın AB ülkesi olması, taşıdıkları Bulgaristan pasaportunu daha değerli kıldı. Mutlaka ağır bedeller ödendi; ama bu zorunlu göç yaşanmasaydı, asla böyle alternatifli sosyal kimlikleri olmayacaktı. Türkiye’dekilerin büyük bir bölümünün iş ve konut sorunları çözümlendi. Bence artık mutlular.


Fotoğrafları çektiğiniz andaki hisleriniz ve şimdi bu çalışmaya baktığınız andaki hisleriniz nelerdir?

Fotoğrafların çekildiği yıllarda profesyonel bir gazeteciydim. Üstelik Türkiye’nin en iddialı gazetesinde çalışıyordum. Haberin temposu, haberin rekabeti içinde duygularınızı ıskalıyorsunuz. Bir  doktor nasıl ki neşterini kullanırken hastasının acısını aklına getirmezse, gazetecilikte de aynı, böylesine dramlar işiniz oluyor. Şimdi o yaşanan olaya baktığınızda, daha fazla etkileniyorsunuz. Yangın bütün sönmüşlüğüne rağmen sizi kavurmaya devam ediyor. Böyle tarihi bir olaya tanık olmamı şimdi kendim için şans olarak görüyorum. Üstünden 20 yıl geçmesine rağmen anlatabileceğim bir şeyler varsa, mesleki anlamda bunu da şans olarak nitelemek lazım.

Son olarak dijital fotoğrafçılığa ne zaman geçtiniz ve dijital fotoğrafçılık hakkında neler söylemek istersiniz?

Dijital fotoğrafçılığa kuşağımda herkesten önce geçtim diyebilirim. Çünkü nereye varacağını önceden kestirdim. Bu geç kalmanın, inat etmenin fazla anlamı yoktu. Analog dönemde dia ağırlıklı çalışıyordum. Eskiden fotoğraflar, telefoto denen sistemlerle haber merkezlerine ulaştırılırdı. Öyle durumlarda renkli veya siyah beyaz negatif çalışırdım. Beş (şimdi 8) yıldan beri dijital fotoğraf çekiyorum.

Dijital fotoğraf, fotoğrafın 180 yıllık serüveninde big bang’tir(büyük patlama). Fotoğrafın yeni dünyasıdır. Fotoğraf, dijital fotoğrafçılıkla birlikte bir mesleki eylem ve azınlık hobisi olmaktan çıkıp yığınlarla kucaklaştı. Türk fotoğrafına emeği, katkısı olan alın teri sahibi herkese saygılıyım ama küçük bir azınlık içinde iyi bir fotoğrafçı olmak, bugüne göre kolaydı. Zor olan, bu büyük çoğunluk içinde iyi bir fotoğrafçı olmayı başarabilmektir.

Son olarak şunları ifade etmek istiyorum ki, bu zorunlu göç olayı Türkiye ile Bulgaristan arasında önemli ve ciddi bir düşmanlık nedeni yarattıysa da bu durum iki ülke arasında asla kalıcılığa dönüşmedi. Belki de bu tarihi olayın ardından Bulgaristan’daki rejim değişikliği, bu düşmanlığın panzehiri oldu. Bugün bu iki ülke, olayı unutmuştur. Dosttur. Bulgaristan sınırı, Türkiye’nin askersiz koruyabileceği tek sınırdır.

İki ülke arasında ticari, turistik, sportif ve kültürel ilişkiler üst düzeydedir. Bulgaristan yurttaşlarının Edirne esnafında veresiye defterleri vardır. Zorunlu göç günümüzde düşmanlığın değil, pişmanlığın kaynağı durumundadır.

Olayın yaşandığı dönemde Edirne’nin merkez nüfusu 80 bin dolayındaydı. Yaklaşık üç ay içinde 350 bin kişi geldi. Bunların karşılanması, barındırılması, beslenmesi, sağlıkları baş edilir gibi değildi. Nitekim önceleri de baş edilemedi. Ama bu başarısızlık değil, olayın büyüklüğü karşısında çözümlerin yetersiz kalmasıydı. İnsanlar yatakları, yorganları, araba tekerlekleri, soba boruları, kuş kafesleri ellerine geçirdikleri eşyalarla sınırımıza yığıldılar. Hiç kimseyi geri çevirmedik. Hepsini topraklarımıza kabul ettik. Tabiî ki müthiş görülmemiş, görülmeden inanılmaz yığılmalar oldu. İlk günlerde  devlet, yerel yönetim, gazetelerin haber merkezleri bile olayın büyüklüğünü algılamakta zorlandılar. Adına o dönemde utanç treni denilen zorunlu göç trenleri, peş peşe gelmeye başladıktan sonra durumun ciddiyeti anlaşıldı. Ondan sonradır ki olayın her türlü gelişmesi ve ayrıntısı üç ay boyunca manşetlere çıktı. Yazı işlerinin, gazetelerine manşet bulma konusunda en rahat dönemleriydi belki de. Sonra bu insanlar, gelir gelmez eşyaları kamyonlara yüklenerek yurdun dört bir yanındaki misafirhanelere, ya da varsa yakınlarına gönderilmeye başlandı. Öyle bir dönem geldi kamyonlar bile yetmez oldu. Trafikçiler karayollarında buldukları boş kamyonları toplamaya başladı. Yaşam belki birden bire normalleşmedi ama, hızla düzene girmeye herkes yeni hayatına alışmaya başladı…



* Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin resmi yayın organı “Foto Muhabiri Dergisi” nin ikinci sayısında (2009) yayınlanmıştır.              


Behiç GÜNALAN kimdir?

1952 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümünü bitirdi. 1973 yılında gazeteciliğe başladı. Meslek yıllarında, Erzurum, Bursa ve Edirne’de görev yaptı.

Fotoğrafla ilgisi gazetecilik mesleğiyle birlikte başladı. İlerleyen yıllarda, haber fotoğraflarından, sanatsal fotoğrafa yöneldi. 1989 yılından bu yana Edirne’de oturan usta fotoğraf sanatçısı, “Fotoğraflar Yaşlanmaz” adını verdiği ilk kişisel fotoğraf sergisini 1995 yılında Edirne’de; “Edirne – Brücke Zum Orient” adını verdiği son kişisel sergisini de 2009 yılında Almanya’nın Lörrach kentinde açtı.

Edirne Fotoğraf Sanatı Derneği ve Trakya Gazeteciler Derneği’nin onursal başkanıdır.
 

19 Şubat 2013 Salı

VİZÖRÜN ARKASINDA HÜZNE TANIK GÖZLERİMİZ VAR




Kışın kör soğuğunda ayazın vurduğu parmak ucu ile dokunur deklanşöre,

Yazın, alnından akan teri yüreğindeki yaşla buluşturur foto muhabiri.

Gözü vizördedir, görünmez bebeği, burnunun direği sızlamaktadır yüreği gibi.

Vatan için Hak’ka yürüyen oğulların, babaların, kardeşlerin son yolculuğunda kamuoyunu aydınlatmak adına şehadet eder fotoğraf kareleri.

 Törene katılanların ortak duygusudur acı. Kimi bunu açıkça belli edebilir kimi ise bu kadar dışavurumcu olamayabilir. Törenlerde çalışan basın mensupları genelde acıyı içerlerinde yaşayanlardandır. Odaklandıkları haber unsurları ilk etapta onların tek ilgi alanı gibi algılanabilir. Tam anlamıyla böyle bir durumdan söz etmek acımasızlık olur. Her insan gibi onlar da bu atmosfer içerisinde duygu yoğunluğuna kapılabilirler fakat bu yoğunluk genelde yüreklerine          hapsedilir.                                              Fotoğraf: Raşit AYDOĞAN


Mesleklerini Ankara merkezli icra eden foto muhabirlerine canımızı oldukça yakan şehit cenazelerinde çalışırken hissettikleri duyguları sorduk ve aldığımız yanıtları sizlerle paylaşmak istedik.


Arif AKDOĞAN (HABERTÜRK) 

2007 yılının bir bayram sabahıydı. Kasvetli bir hava.. Bayram gibi değildi.. Durup durup yeniden yağan ince bir yağmur.. Kararsız.. Cebeci Askeri Şehitliği'nin kapısında 'yasak' diyen bir asker vardı. 'Bayram sabahı babalarına gelen çocukları, evlatlarına gelen annelerini çekmek.." yasaktı. Dışarı çıktım. Mezarları gören arka tarafa doğru yürüdüm. Ne fotoğraf çekesim vardı, ne de bir haber yapasım.. Ama arkaya yürüdüm... Demir parmaklıklar önündeki betona oturdum. Mezarlığın çevresinde de bayram yoktu. Garip bir bayramdı ya da buralara 'bayram' gerçekten gelmiyordu. Mezarlıkta boştu henüz..." Unutulmaz " şarkısını mırıldandım; " Bize olanlar, yaşananlar..." Ve hiçbir bayramda aklımdan çıkmayan o çocuğu gördüm. Ağaçların arasında, kafası önde... Herşeyi biliyor... Allahım, bugünün bayram olduğunu, buranın mezarlık olduğunu, yatanın babası olduğunu biliyor. Öyle yürüyor, herşeyi biliyor... Savaşı, kurşunu, patlamayı ve ölümü... Annesi hemen arkasında.. Annesine küsmüş ama...Hissetim, bildim. Deri pilot montu hala hafızamda... Amerikan traşı... Babası gibi giyinmiş.. Önde yürüyor... Mezarı o buluyor... Beni ' yemin ederim ' görmediler. Ah o anne... Oğlu mu var karşısında, ona çok benzeyen kocası mı ? Durdular mezarın başında, karşılıklı.. Yağmur durdu, rüzgar durdu, kuşlar durdu. Önce avuçlarını açtı anne, sonra onu gören oğlu. Hala küs annesine ama bu bayram sabahında... " Hadi oğlum kutla babanın bayramını..." dedi anne... Ne dediğini duymadım oğlu'(m)un... Yağmur başladı. Onlar ağladı, ben ağladım. İçerde onlar, demir parmaklıklar arkasında sadece ben vardım... Keşke almadıkları o kapıdan içeriye bakmak için zorlamasaydım kendimi... Arkaya dolanıp demir parmaklıklar arkasından babalarına gelen çocukları dinlemeseydim... Dinlemedim bi daha... Raşit kardeşim, 'şehit cenazeleri' deyince aklıma sadece, 'bu bayram sabahı' geldi. Bir de her şehit cenazesine gittiğimde, "Çocuğu olmasın allahım.." yakarışım... 

                                Fotoğraf: Arif AKDOĞAN


Alper YURTSEVER (TAKVİM)

18 yıldır kaç şehit cenazesine gittiğimi hatırlamıyorum. En büyük acının evlat acısı olduğuna kaç kez tanıklık ettiğimi...
Evet, ateş düştüğü yeri yakıyor. Ama şehit cenazelerinde öyle güçlü bir ateş yanıyor ki bu acıya "insanım" diyen kimse kayıtsız kalamıyor.
Duruma en yakından tanıklık eden foto muhabirleri de bu ateşten nasibini alıyor. 


                                Fotoğraf: Alper YURTSEVER


Burhanettin ÖZBİLİCİ (AP)

Bütün şehit cenazelerinde tarifsiz bir üzüntü, hüzün ve bazen de değerlerini bilemediğimiz, koruyamadığımız gencecik fidanlar için utanç duyarım. İmkan olsa cenazelerinde ailelerle hep birlikte olup, cenaze namazlarında ve törende İslam inancı, Türk töresi ve en sade muaşeret kuralları ile hiç bağdaşmayan görüntülere ( namazda protokol, renkli kravatlar ve çoğu çürük siyasilerin ailelerin önüne geçmesi, vb.) içimden isyan ederim. Bir de, -örneğin- Kocatepe Camii'nde, insanların cenaze namazına katılmalarının engellenmesi ve medyanın da bu rezilce durum karşısında torene bakmasını hiç hazmedemiyorum.


Coşkun İNCEKARA (Taraf)
 
Oldukça uzun zamandır bu işi yapıyorum. Hala alışamadığım sanırım hiç de alışamayacağım işlerden birisi bu. Özelde “şehit cenazeleri” genelde ise tüm cenazeler.
Biliyorum mesleğimiz gereği bunlar da izlenmeli. Benim yüreğim dayanmıyor. Mümkünse başka bir arkadaşım izlesin. 

Murad SEZER (Reuters)

Sadece şehit cenazeleri değil tüm cenazelerde kendimi duygusallıktan uzak tutarak görevimi yapmaya çalışırım. Genç, çocuk ve şehit cenazelerindeki duygu yoğunluğu tabii ki farklı oluyor. Şehit cenazelerinde bir foto muhabiri olarak gözlerim hep şehidin yakınlarını, özellikle eşi ve çocuklarını arar. Bazı arkadaşlar protokol gereği törenlerde uzak noktalarda tutulmamızdan şikayetçi olabilirler ama ben pek de yakin olma taraftarı değilim. Hepimizin teknik donanımı yeterli ve pek ala uzaktan da görevimizi yapabiliriz diye düşünüyorum. Şahsen hep tele objektifle uzaktan çalışmayı tercih edenlerdenim. Özellikle kameraman arkadaşlar ve onların etkisinde kalan meslektaşlarımız zaman zaman törenin düzenini bozup ailenin acısına ve cenazeye saygıyı hiçe saymaktadırlar.

Bu tür haberlerde kendimi Red Kit'teki cenaze levazımatçısı gibi görüyorum. Hani O, biri ölse de bana iş çıksa diye ellerini ovuşturan sevimsiz tip gibi.
Kafamda, sanırım hepimizin kafasında, uçuşan: en çok ağlayan kim, şehidin eşi ve varsa çocuğu (-kları) nerede, bebek var mı, kaç aylık? Annesi bayıldı mı? Tabuta kapaklanmasını kaçırdım mı, kaçıracak mıyım? Tabutun başındaki askerlerin gözü yaşlı mı?
İyi fotoğraf adına bunları düşündüğüm için maalesef her tören sonrasında kendimi kötü hissediyorum. Başka türlüsü mümkün mü bilemiyorum. 

Vatandaş Murad Sezer olarak etnik ya da dini bir bağnazlığım yok ama son 15 yılda gördüğüm ölümler beni ikili düşünmeye yöneltti. Filistinli militan ile İsrailli askerin cenazelerinde de, Afgan el kaide militanı ile ABD askerinin cenazelerinde de ortak nokta ölüm ve acı (hüzün)!
Buradan yola çıkarak ölümün dini, milliyeti ve bayrağı yok, herkesin şehidi kendine diyorum. Ateş düştüğü ocağı yakıyor.

                                Fotoğraf: Murad SEZER

Ali EKEYILMAZ (SABAH)

Her şehit cenazesi beni ağlatır.
Meslek hayatımın 30. yılına girdiğim bu günlerde, yüzlerce kez şehit cenazesi töreni izledim. Her törende gözyaşlarıma hakim olamadım. Çünkü her defasında kendi çocuklarım gözlerimin önüne geldi. Törenlerde şehit eşleri, çocukları, anneler ve babaları, nasıl yıkıldıysa ben de her cenazede aynı acıyı yaşadım. Ama meslek gereği, gözyaşlarımı fotoğraf makinemin arkasına sakladım.



Necati SAVAŞ (CUMHURİYET)

Ben bir foto muhabiri olarak artık şehit cenazelerine katılmaktan utanç duyuyorum. Buna karşın sorumlu siyasetçilerin elini kolunu sallayarak rahat tavırları ile törenlere katılmalarını ibretle izliyorum…









                                Fotoğraf: Necati SAVAŞ