6 Nisan 2013 Cumartesi

Yasaklı Dönemin Yayınlanmamış Fotoğrafları


Türk siyasi hayatının ezeli rakipleri Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'in bugüne kadar yayınlanmamış fotoğrafları Türkiye Foto Muhabirleri Derneği'nin (TFMD) resmi yayın organı Foto Muhabiri Dergisi'nde gün yüzüne çıktı.

Foto Muhabiri Ergun Bayrak, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından Gelibolu'ya götürülerek misafir (!) edilen Süleyman - Nazmiye Demirel ve Bülent - Rahşan Ecevit çiftinin 11 Temmuz 1981'de uçakla Etimesgut askeri havaalanına getirilişini kare kare fotoğrafladı.


Türk siyasi hayatının karanlık bir dönemeçten geçtiği ve sıkıyönetimin hakim olduğu yıllarda çekilen tarihi fotoğraflar, o dönem yaşanan süreci bugünün penceresinden gözler önüne seriyor.

APRONDA KARŞILANDILAR

Fotoğraflarda askeri uçağın kapısından inen ilk ismin Nazmiye Demirel olduğu hemen ardından sırasıyla Rahşan - Bülent Ecevit çifti ve son olarak da Süleyman Demirel'in indiği dikkat çekiyor. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel, apronda kendilerini karşılayan üst rutbeli bir subayla tokalaştıktan sonra ellerindeki eşyaları   görevlilere taşımaları için veriyorlar. Sonrasında havaalanının VIP salonunda ağırlanan siyaset yasaklı liderler bir süre çay ve sigara eşliğinde dinleniyorlar.

Sıkıyönetimin o dönem oldukça baskın olduğunu vurgulayan Bayrak, fotoğrafların neden yayınlanmadığını şu şekilde aktarıyor:

FOTOĞRAFLAR YAYINLANMADI, ÇÜNKÜ...

“Fotoğrafları yayınlama durumumuz mümkün değil. Hemen akabinde paşalar geldi. Filmi istediler. Ama ben arada kaynadım, beni unuttular. Tabi bende amirlerime bahsetmedim, fotoğrafların bende olduğunu bilmiyorlar. O fotoğraflar hiç yayınlanmadı. Ta ki rahmetli Ecevit ve Demirel'in katıldığı bir açık oturuma kadar. O zaman kendilerine hatıra olsun diye fotoğrafları bastırıp hediye ettik."















5 Nisan 2013 Cuma

FOTOĞRAFIN “AZİZ” DOSTU


     Ülkemizde yayın yapan yerel, ulusal birçok kuruluşun kapısından içeri girip yıllarca çalıştıktan sonra Anadolu Ajansı Fotoğraf Haberleri Servisi’nden emekli olan usta bir foto muhabiri Aziz UZUN.

     25 yıllık meslek hayatında otuz civarında ödül alan, çektiği fotoğraflar ulusal ve uluslar arası basında geniş yer bulan mütevazi kişiliğinin yanında mesleğe ilk başladığı andan günümüze kadar fotoğrafa yönelik heyecanından asla taviz vermeyen Aziz Uzun, çeyrek asırlık mesleki deneyimlerini bizlerle paylaştı.


     Fotoğrafla tanışma serüveniniz nasıl başladı? Mesleğe nasıl adım attınız?
     Fotoğrafa merakım lise yıllarında başladı. Liseye giderken fotoğraf seminerlerine, dia gösterilerine ve fotoğraf sergilerine gidiyordum. Fotoğrafçılarla sohbet etmeye çalışıyordum. Aldığım amatör bir makineyle arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyordum. Sınıflar arası futbol maçlarını çekerek spor fotoğrafına ilk adımımı atmıştım. Daha sonra basketbol maçlarına, kuyrukta bekleyip bilet alarak girdikten sonra, fotoğraf makinemle sahaya inerek bir foto muhabiri gibi fotoğraflar çekmiştim. O zamanlarda Spor ve Sergi Sarayı’nda oynanan (şimdiki Lütfi Kırdar Kongre Merkezi) 1. Lig basketbol maçlarında saha içinde kimlik kontrolü yapıldığında yerimi değiştirmiş, ama yine de sahadan çıkmayıp fotoğraf çekmeye devam etmiştim.

     Lisenin ardından Bulvar Gazetesi’nin yetiştirmek üzere genç muhabir adayları aradığını duyarak, büyük bir heyecanla 1987 yılı Temmuz ayında bu gazetenin spor servisine gittim. Bu gazetede fotoğraf çekmek, film yıkayıp siyah beyaz fotoğraf baskısı yapmanın yanı sıra, daktiloyla yazmayı, haber kovalamayı ve hatta sayfa sekreterliğini dahi biraz öğrenme fırsatı buldum. Benim bu işe hevesli olduğumu gören birçok kişi, hem yardımcı oluyor, hem de bana daha fazla iş veriyordu. Gece gündüz demeden 6 ay izinsiz çalıştığımı biliyorum. O yıllarda spor gazeteciliğine başlayan bir kişi öncelikle tozlu veya çamurlu zeminlerde oynanan amatör futbol maçlarına giderdi. Bazı gazetelerde amatör maçlara geniş yer verilirdi ve önemsenirdi. Bir gün içinde beş maç çekip, yıldız tablolarını hazırlayıp gazeteye akşam dönerdim. Daha sonra karanlık odada siyah beyaz fotoğraflarımı basarken duyduğum keyfi şu an dahi hissediyorum. Kart üzerinde görüntünün yavaşça oluşması bir büyü gibi gelirdi bana. Eğer iyi bir fotoğraf çekip gazeteye de imzamla girdiyse, demeyin keyfime. Amatör maçlarda olay çıkmasını bekler ve çıktığı anda cansiperane çalışıp, fotoğraflarımı sayfayı yapan ağabeylere heyecanla gösterirdim. O yıllarda gazeteler dışında sadece tek kanallı TRT olduğu için, gittiğim her yerde bir gazeteci olarak büyük ilgi ve saygınlık görürdüm. Şu anda gazetecilik yapan gençler kesinlikle bu ortamı görmedikleri için çok şanssızlar. Daha yeni olduğum için her ay gazetede çıkan haber ve fotoğraflarımın sayısına göre gazetenin yazı işleri müdürü tarafından bana para yazılırdı. O zaman için Zenith fotoğraf makinesi, 50 mm. ve 5.5 diyafram 300 mm objektiflerim vardı. Bazen gazetede çıkan fotoğraflarımı kesemediğimde arşivden arar ve bulur, keserek dosyama koyardım. Bir gün yine eski bir gazeteyi bulamayınca yazı işlerinin oradaki tahtaya asılı arşivden kesmeye başladım. Beni gören gazetenin genel yayın yönetmeni, ‘’sen ne yapıyorsun burada?’’ diye bana çıkıştı. Tabi ben bir daha o varken oralarda görünmedim. Ancak o daha sonra bizim servise gelerek ‘’Bu çocuk habire arşivleri kesiyor, bakın şu çocuğa yahu’’ deyiverdi. Ben bir daha ona görünmemeye çalışsam da adım arşiv kesen çocuğa çıkmıştı bir kere. Ne zaman spor servisine gelse, ya benim habire arşiv kestiğimden bahsediyor, ya da ‘’arşivlere dokunma oğlum, onlar bize lazım’’ diyip duruyordu. Bir gün elime bir yazı verip onu yazı işlerine götürmemi söyleyen sayfa sekreteri ağabeye, ‘’Yok ben asla oraya gitmem, orada Yalçın Bey var, yine beni arşiv kesiyorsun diye tersleyiverir’’ demiştim. Bulvar Gazetesi’nde 16 ay kadar çalıştıktan sonra gazete kapatılınca birçok kişi gibi ben de işsiz kaldım.
      Daha sonra 6 ay, iki haftada bir çıkan ‘’İstanbul’’ isimli mahalli bir gazetede çalıştım. Doğru düzgün maaş alamayınca oradan da ayrılarak bir tanıdık vasıtasıyla Milliyet Gazetesi Spor Servisi’ne başladım. 1990 yılında Milliyet belki de spordaki en iddialı gazeteydi. Arka sayfası spora ayrılan Milliyet için ‘’arkadan okunan gazete’’ yakıştırması bile yapılırdı. Orada alanında çok önemli isimlerle bir arada çalışmanın zevkini ve gururunu yaşadım. Şansal Büyüka’nın müdürü olduğu serviste İslam Çupi, Attila Gökçe, Orhan Aldinç, Ercan Güven, Hüseyin Kırcalı, Yılmaz Canel, Yaşar Saygı, Bilal Meşe, Halil Özer, Gürcan Bilgiç, Turgay Örme, Mesut Yavuz, İhsan Topaloğlu, Cem Şengül, Hasan Tankaya ve daha birçok önemli ismin yanı sıra benim gibi genç arkadaşlar da vardı. Orada daha iyi makine ve objektifler alıp, tecrübemi arttırdım. Milliyet Spor Servisi’nde  fotoğraflar çok titiz bir biçimde seçilir ve sayfa yapılırdı. Maçlarda çekilen dia pozitif filmlere, dia makinesinde tek tek üzerinde tartışılarak bakılır, herkesin fikrini söyleyebildiği bir ortamda (eğer müdür ağırlığını koymamışsa), oybirliğiyle sayfalarda yer alacak fotoğraflar belirlenirdi. Sadece bu seçim bile başlı başına bir olaydı.

     Milliyet’in ardından sırasıyla Yeni Şafak, Sabah ve Fanatik gazetelerinde çalıştım. Gazetelerde geçen 10 yılın ardından 1998 yılında Anadolu Ajansı’na başladım ve burada 15 yıl çalıştım. Burada spor ve onun dışındaki olayları da foto muhabiri olarak izledim. Ve o zaman, spordan gelme bir foto muhabiri olmanın, diğer olayları çekerken  bir avantaj yarattığını fark ettim. Çünkü refleks olarak çok çabuk çekim gerektiren spor olaylarından diğer olaylara geçince, durağan olaylarda bile eski alışkanlıkların etkisiyle uyanık ve anında tepki verebilecek şekilde hazır oluyorsunuz. Anında bir olay çıktığında hemen ona uyum sağlayıp en iyi görüntüyü hızlı bir şekilde almaya çalışıyorsunuz. Çünkü spor çekmeyi seven bir foto muhabiri her zaman durağan olaylar yerine daha hızlı ve hareketli olayları izlemeyi ve çekmeyi sever diye düşünüyorum. Ben toplumsal olaylarda, polisle karşılaşan eylemcileri çekmek için risk alıp hep olaya yakın olmaya çalışmışımdır. Ancak gaz atıldığında yaşanılan olumsuzluklar ve nefes dahi almanın güçleştiği bir ortam, herkes gibi beni de olumsuz olarak etkilemiştir.  
     Usta gazeteci Necmi Tanyolaç, hem spor servislerinde müdürlük yapmış, hem de gazete genel yayın yönetmenliğinde bulunarak, yıllarca her türlü olayı farklı açılardan değerlendirebilmiş tecrübeli bir isimdir. Onun spor gazetecilerine söylediği, ‘’Biz cinayeti görüyoruz arkadaşlar’’ lafı beni etkilemiştir. Bu laf çok doğrudur, çünkü bir spor karşılaşmasını izlemek ve oradaki her şeyi ayrıntısıyla değerlendirebilmek bizim elimizdedir. Oysaki bir cinayet, kaza veya başka bir olayın ardından gazeteciler hemen olay yerine gelir ve bilgi toplamaya çalışırlar. Foto muhabirleri olay yerini, olaya karışan kişilerin kimliğini ve olaydan etkilenen insanların fotoğrafını çekmeye çalışır. Bu şekliyle cinayete, yani sportif olaylara baştan sona tanık olma ayrıcalığına sahip olan spor foto muhabirleri, bu avantajlarını en iyi şekilde kullanarak en iyi fotoğrafları yakalamak için uğraş verirler.
                     
      Meslek hayatınızda yaşadığınız en büyük zorluk neydi, nasıl bir hikayeydi?


     Meslek hayatımda yaşadığım en büyük zorluk; Somali’de olumsuz şartlar içinde geçirdiğim 1 aydı diyebilirim. Açlık, hastalık ve iç savaşın tüm olumsuzluklarının yaşandığı Somali’nin başkenti Mogadişu’da geçirdiğim günler üzerimde büyük bir etki bıraktı. Bir patlamada 80 kişinin ölüp, onlarca kişinin yaralanması orada her zaman gerçekleşebilecek olaylardandı. Kömürleşmiş cesetler ve etrafta silahlarıyla gezen birçok insanın yarattığı olumsuz ortamda fotoğraf çekmek insanın psikolojisini gerçekten zorluyor. Savaş ortamında bulunmaya alışık olmadığımdan üzerimize doğru ateş açıldığını gördüğümde, bir yere saklanmak yerine olduğum yerde dondum kaldım. Allah’tan korumaların yardımıyla oradan uzaklaşabildim. Somali’de enfeksiyon kaparak hasta olmam, sabahlara kadar ateş, halsizlik ve ağrılarla geçirdiğim günler, hayatımın unutulmaz anıları arasına girdi. Somali’den İstanbul’a hasta hasta tek başına dönmek zorunda olmak da ayrı bir zorluktu. Ancak 1 ayda bu hastalığı üzerimden atabilmeyi başarabildim.


  
     Bir fotoğraf hikayesi
     Galatasaray-Leeds United UEFA Kupası maçı öncesinde İstanbul’a gelen İngiliz taraftarlardan biri Taksim’de çıkan olaylarda öldü. O olayların başlangıcındaki bir kavgayı görüntülemeyi başardım. Ancak 3 kare fotoğraf çektikten sonra İngiliz taraftarlar makinemi kırdılar. O anda sinirden makinemi taraftarların üzerine doğru atmayı bile düşündüm. Ancak çektiğim kareleri düşünerek bundan vazgeçtim. Olayların devamını ve bıçaklanma olayını çekemememe rağmen elimdeki fotoğraflar büyük değer kazandı ve Türk basınının yanı sıra tüm dünya basınında da birinci sayfada yer aldı. Bizim gazetelerde tek imzam dahi kullanılmadı, sadece bana yapılan saldırıdan bahsedildi. The TIMES, Guardian, The Telegraph, The Sun ve daha birçok yabancı gazetede kullanıldı. Hatta ABD’nin Time Dergisi dahi fotoğrafımı imzalı  kullandı. Yabancı basının emeğe değer veren bu yaklaşımını sadece bu fotoğrafta değil, çektiğim önemli başka fotoğraflarda da gördüm. Bizim gazetelerimizin bu eksikliği ve emeğe karşı yaklaşımı, umarım zamanla değişir. Ayrıca polis bu fotoğrafları kanıt olarak aldı, bir İngiliz televizyon kanalı benimle olayların nasıl geliştiğine dair röportaj yaptı. Fotoğraflar mahkemede sanıklara da gösterildi.


     Bu güne kadar izlediğiniz ulusal ve uluslar arası spor organizasyonları nelerdir?

     İzlediğim spor olayları arasında Akdeniz Oyunları, Güreş, Halter, Yüzme, Atletizm dallarındaki Dünya ve Avrupa Şampiyonaları, Birçok UEFA ve Şampiyonlar Ligi maçı, Galatasaray - Arsenal UEFA Kupası Final maçı, Liverpool - Milan, 2005 Şampiyonlar Ligi Final maçı da bulunmaktadır. Danimarka’daki UEFA final maçı öncesinde çıkan olaylar ve ortalığın neredeyse iki gün boyunca gece yarısına kadar kan gölüne dönmesi çok kötü bir manzaraydı. Yerde kıvranan yaralı insanlara yardım edemeden fotoğraf çekmek rahatsızlık verici bir durumdu. AA’dan bu maç için tek benim görevlendirilmem ve haberleri de merkeze geçmek zorunda olmam ayrıca zordu.

     Genel anlamda basın fotoğrafçılığı özelde ise spor fotoğrafları nasıl bir gelişim izledi. Dün ve bugünü kıyaslarsanız nelerle ifade edersiniz?


     Genel anlamda basın fotoğrafçılığına bakacak olursak, 2000 yılından sonra dijital fotoğrafın yaygınlaşması, işimizi ne kadar kolaylaştırdığı ve geliştirdiği şekilde algılansa da bence daha çok foto muhabirlerinin aleyhine oldu. Çünkü eskiden eldeki şartlarla iyi bir fotoğraf çekmeyi başaran ve filmin çoğunu dikkate değer fotoğraflar çekerek değerlendiren insan kolay yetişmiyordu. Yetişen bu nitelikli insanlara ise büyük değer verilirdi. Şu anda belli bir tecrübe ve becerisi olmayan birçok kişi sadece basında değil, birçok yerde az maaş karşılığında çalışabiliyor. Ortaya koydukları fotoğraflar ise yeterince işe yarayacağını düşünenler sayesinde kabul görüyor. Ayrıca herkesin elinde bir makine, bilemediniz fotoğraf çeken bir cep telefonu olması, bunların internetle her yere kolay ulaştırılıyor olması bizim mesleğimize daha basit bakılmasına neden oldu. Bugün, birçok gazetenin haber merkezinde eskiye göre çok daha az foto muhabiri çalışıyor. Becerikli bir sürü foto muhabiri gazetelerin eklerinde röportaj, gezi, tanıtım haberlerini görüntülüyor. Hiç unutmuyorum İstanbul’daki NATO toplantısı için sokaklarda protesto gösterileri yapılıyordu. Bunlardan birinde, bir gazetenin ekine geçtiği için epeydir günlük olaylarda göremediğim meslektaşımı görünce şaşırmış ve ona şakayla karışık, ‘’Ne o yoksa kebapçı çekmekten sıkıldığın için mi buraya geldin?’’ diye sormuştum. Arkadaş da ses çıkarmayınca onunla dalga geçmiş gibi hissetmiş ve üzülmüştüm. Maalesef bugün için gazeteler ve internet sayfaları, maliyeti azaltmak için özellikle gündeme ilişkin fotoğrafları ajanslardan almayı tercih ediyorlar. Ama bu onların bir fark yaratamamasına da yol açıyor. Ayrıca fotoğrafların internet ortamında kolayca paylaşılması iyi fotoğrafların bile zaman zaman küçümsenmesine neden olabiliyor. ‘’Ne var, onu ben de çekerim’’ laflarını duyabiliyorsunuz. Bugün bir olaya gittiğimizde bazen kadrajımıza giren cep telefonları yüzünden işimizi yapmakta zorlanıyoruz. AA’da çalıştığım sırada, uluslararası bir toplantıda yabancı dışişleri bakanlarını görüntülemeye çalışırken, yabancı delegasyon temsilcilerinin cep telefonlarıyla fotoğraf çekmeye çalışmaları yüzünden önümün kapanması üzerine tepki göstermiştim. Ben onlara ‘’Bırakın da herkes kendi işini yapsın’’ dediğimde ters ters suratıma bakmışlardı.

      Teknolojinin gelişmesi ve iletişim alanlarının artması, arkadaşlarımızdan bazılarının reklam ve tanıtım dallarına kayarak orada para kazanmaya çalışması bu noktada işimize yaradı.Bir gün rahmetli fotoğraf sanatçısı Nejat Eczacıbaşı ile ünlü foto muhabiri Ara Güler televizyonda tartışıyordu. Eczacıbaşı cep telefonlarıyla bolca fotoğraf çekilmesinin fotoğrafın gelişimine katkıda bulunacağını savunuyordu. Ara Güler ise o fotoğrafların büyük çoğunluğunun çöplük olduğunu savunarak, ancak foto muhabiri gözüyle çekilen fotoğrafların, bir konunun anlamını ortaya çıkarmada vurucu güç olabileceğine dikkati çekiyordu. Bence Ara Güler’in tesbiti çok doğru ve anlamlıydı.
      Spor fotoğrafçılığı ise diğer dallara göre zaman içinde fazla kan kaybetmedi. Maçlarda birçok foto muhabiri arkadaşımız statlarda bize sağlanan yetersiz imkanlara rağmen ellerinden geleni yapıyorlar. Spor ve magazinin gazete satışlarında etkili olması bu iki dalda fotoğraf çeken arkadaşlarımızın elini biraz güçlendiriyor. Hatta görev amacıyla en çok seyahat eden foto muhabirleri, spor foto muhabirleridir. Spor foto muhabirlerinde eskiye bakacak olursak yaş ortalaması daha yüksekti. Bugün için ise birkaç  tecrübeli ismin dışında çok sayıda genç arkadaşımız spor sahalarında görevlerini başarıyla sürdürüyor.
           
     Bir meslek olarak foto muhabirliği sizin için ne anlam ifade ediyor? Foto muhabirinin vizyonu ne olmalıdır?
      Foto muhabirleri, hayatın önemli anlarını, ellerindeki makineleriyle kaydederek tarihe geçmesini sağlayan ve bu önemli görevle, yıllar sonra bile hayranlıkla bakılacak eserler bırakabilen emekçilerdir. Onların her türlü zor şarta rağmen görevlerini yapmaya çalışması, meslek aşkını hala içlerinde yaşatmalarındandır. Yoksa bana göre foto muhabirliğinden kazanılan para eskiye göre azalmıştır. Foto muhabirlerinin amacı, her türlü zor şarta rağmen tarafsızca ellerinden gelenin en iyisini yapmak ve tarih sayfalarına, arşivlere, olayları en iyi şekilde anlatabilecek, insanlara uzun zaman sonra bile ders verebilecek nitelikte kareler bırakmak olmalıdır. Bunu yaparken kendilerinin ve meslektaşlarının sağlığını korumaya çalışarak her türlü olumsuz şarttaki olaydan geriye, sevdiklerine, en iyi şekilde, görevini yapmanın huzuru içinde dönmeye de çalışmalıdırlar.


     Meslek hayatınız boyunca unutamadığınız çalışma anlarınız nelerdir, ulusal ya da uluslar arası birçok olayı fotoğrafladınız. Bunlardan  bahseder misiniz. Bu güne kadar izlediğiniz uluslar arası spor organizasyonları nelerdir?

"Fotoğrafın kaymağını ben, dayağını Cemalettin Ağabey yedi"

      Unutamadığım anılarımdan birisi: Milliyet’te çalışırken 1990 yılında Kasımpaşa - Karagümrük 2. Lig maçını çekmeye gitmiştim. Bu iki takımın maçlarında o yıllarda sürekli olay çıkardı. O maçta da olay çıkmış ve futbolcular ve birkaç taraftar sahada birbirleriyle kıyasıya kavga etmişlerdi. Hatta futbolculardan biri dakikalarca saha ortasında baygın yatmıştı. Stat dışında ise taraftarlar ellerinde demir çubuklarla kavgaya tutuşmuşlardı. Ben de bu olayı en iyi şekilde görüntüleyerek o dönemde TSYD’ den seri fotoğraf dalında ödül kazanmıştım. Ancak bu fotoğraflar ve yorumlar gazetede ‘’Kasımpaşa Cehennemi’’ başlığıyla yarım sayfadan daha fazla yayınlanınca gazeteye sürekli tehdit telefonları geldi. Sayfada üç kere imzamın çıkmış olması da benim adımı söyleyerek tehdit edenlerin çok olmasını sağlamıştı. Hatta kulağıma gelenler arasında kulüp yöneticilerinden dahi bana tehdit savuranlar olmuş. Ancak beni sima olarak tanımıyorlardı. Milliyet’in 2. ve 3. Lig maçlarından sorumlu rahmetli Cemalettin Şen ağabeyimizi ise o camiadaki herkes tanıyordu. Ben tedirgin bir hafta geçirdim. Bir dahaki Kasımpaşa maçına ise Cemalettin Ağabey gitti. Kendisi tehdit almadığı için rahatça maça gidebildi. Ancak onun Milliyet’te çalıştığını bilenler onu suçlu ilan etmiş ve statta bir süre onu tartaklamışlardı. Yani fotoğrafları ben çektim ve daha sonra bu fotoğraflarla ödül kazandım. O ise benim yüzümden dayak yiyip gelmişti. Servisten içeri girdiğinde Cemalettin Ağabeyin morali bozuktu, yanına mahçup bir tavırla yaklaştım ve ‘’Tartaklandığına üzüldüm, inşallah fazla üzerine gelmemişlerdir’’ dedim. Bunun üzerine sinirle birden yerinden kalktı ve servisin ortasında, ‘’Ben ne yapayım anacım, benim suçum tanınmak, benim suçum tanınmak.. Allah bunları bildiği gibi yapsın’’ diye bağırdı ve uzun süre bir daha ağzını açmadı. Kısacası fotoğrafın kaymağını ben, dayağını ise Cemalettin Ağabey yemişti.

     Geçen sezon Fenerbahçe – Galatasaray şampiyonluk maçında yaşanan olaylara değinecek olursak, bu tür spor müsabakalarını yakından takip eden bir foto muhabiri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Birçok meslektaşımızın ekipmanı kayboldu ya da kullanılamaz hale geldi. Sizin gözlemleriniz bu tür olayların engellenmesine yönelik olarak nedir? Klüplere ya da taraftara düşen görevler nelerdir?
  
     Geçen seneki olaylı Fenerbahçe-Galatasaray maçı, öncesinde bile 90 dakikanın sonunda çok şey olabileceği sinyalini veriyordu. Bence en iyisini Hürriyet Gazetesi’ndeki arkadaşlar yapmış. Ekipmanlarını bir günlüğüne sigortalatma yönünde gazete yöneticilerini ikna etmişler. Bunun aslında tüm yıl olması gerekir. Ancak sigorta şirketleri bu kadar risk altında çalışan foto muhabirlerinin ekipmanlarını genellikle sigortalamaktan çekiniyorlar. Gazete yöneticileri ise ek bir mali külfetin her zaman uzağında durmaya çalışıyor. Bu tip olaylar bence bitmez. Çünkü bu tip olayları her kesim tam anlamıyla önlemeye çalışmıyor. Olan da sonuçta biz basın mensuplarına oluyor. Bugün için bazı spor kulübü yöneticileri bile fotoğrafını çeken muhabirleri azarlıyor ve onlara karşı kötü sözler (küfür) dahi sarf edebiliyor. Ortamın gerilmesini sadece gazeteciler değil, ilk başta bu tip yöneticiler sağlıyor. Bizim insanımız da spor alanlarında kendi benliğinden sıyrılıp bambaşka bir benliğe, kendisini rahatlatıcı bir kimliğe bürünmeye (olumlu veya olumsuz) çok elverişli. Böyle olunca bize de sadece mümkün olduğunca kendini ve sermayesi olan ekipmanını sakınarak çalışmak düşüyor. Bu ortamda sadece devletin, sporda şiddete karşı koyduğu ve koyacağı yasaları kararlılıkla uygulaması, bize ve tüm vatandaşlara fayda getirir. Ancak caydırıcı cezalar hiç kimseyi ayırt etmeden uygulanarak bu olaylar minimuma iner. Yoksa her kesimin şu ana kadar yaptığı gibi, birbirine suç atmaya çalışmasıyla, kendi yaptığı hatayı görmezden gelmesiyle hiç bir ilerleme kaydedemeyiz.     


Aziz UZUN kimdir?

Aziz Uzun 1970 yılında İstanbul’da doğdu. Meslek hayatının yaklaşık on yılını çeşitli gazetelerde çalışarak geçirdi daha sonra Anadolu Ajansı İstanbul Fotoğraf Haberleri Servisi’nden emekli oldu. Aziz Uzun, meslek hayatı boyunca Türkiye Foto Muhabirleri Derneği (TFMD) başta olmak üzere, Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD), İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve diğer birçok kuruluştan aldığı yaklaşık 30 ödül ile mesleki kariyerini taçlandırdı. Halen İstanbul’da yaşayan Uzun, evli ve bir çocuk babasıdır.